OSMANLI – RUS İLİŞKİLERİNE GENEL BİR BAKIŞ

OSMANLI – RUS İLİŞKİLERİNE GENEL BİR BAKIŞ

M. Tarık KARAOSMAN

GİRİŞ

Osmanlı İmparatorluğu ile Rusların ilişkilerinin kahir ekseriyetini etki alanlarının denk düşmesi belirlemiş ve bu bağlamda rekabetçi bir ortamda kendisini göstermiştir. Genel anlamda bu ilişki çok kısa dönemlerdeki ittifaklıklar haricinde çekişme ile gelişmiştir. Bunun sebeplerine baktığımızda ise Rusya’nın kendi çıkarları için Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarına akınları ve Hıristiyan Ortodoksların hamiliğini yapma isteği doğrultusunda Osmanlı İmparatorluğu’nun iç işlerine karışma isteğidir. Bu bağlamda Çarlık Rusya, Osmanlı İmparatorluğu ve Türk topluluklarının yurtlarına (Orta Asya, Kafkasya ve Balkan) dair genişleme politikası gerçekleştirmiştir.[1] Bu ilişkilere dair bilgi vermeye geçmeden önce Osmanlı İmparatorluğu ve Rusya arasındaki ilişkilerde köşe taşlarından birini oluşturan Kırım Hanlığı’nın Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetimine girmesinden bahsetmekte yarar vardır. Kırım Hanlığı, Altınordu’nun Tokatimur koluyla ilişkilidir. Toktamış Han, Timur’a mağlup olduktan sonra Altınordu Hanlığı giderek güç kaybetmeye devam etmiştir. Bunun yanında Altınordu, özellikle iç meseleleri sebebiyle eski gücünü yeniden toparlayamamış ve parçalanmıştır.[2] Bu parçalanmadaki en önemli sebeplerden olan Toktamış ile Timur arasındaki mücadeleden Timurtaş Bey yararlanmış ve Kırım’da hanlığını ilan edip adına para bastırmıştır. Altınordu Devleti’nin önemli bir kısmını oluşturan kabilelerden bazıları Kazak-Kırgız steplerine çekilirken, bazıları ise Kırım ve Karadeniz steplerine gelmişlerdir.[3] Timurtaş’tan sonra oğlu Giyasüddin Kırım Hanı olmuş ancak Altınordu hanlığı tarafından gelen baskılar sebebiyle Litvanya’ya kaçmıştır.[4] Kırım bu karışıklıklar sebebiyle adeta bir sığınabilecek liman görevindeydi. Nitekim 1380 yılında Mamay, Toktamış Han’a yenildiğinde Kırım’a kaçmıştı. Yine İdükü veya Edike Toktamış’a karşı mücadelesini buradan sürdürmekteydi. Cengiz Han’ın torunları bu bölgeden mücadelelerini vererek Altınordu Devleti’ne karşı siyasi güçlerini Kırım’dan kullanmaktaydılar. Yine aynı şekilde 1394-1395 yılları arasında Cuci’nin küçük oğlu Tokay Timur’un soyundan olan Baş Timur, Kırım’da adına para bastırıp hâkimiyet iddiasında bulunmuştur.[5] Kırım’daki bu iktidar mücadelesi sırasında Timurtaş Bey Litvanya’ya sığınmıştı ve torunu Hacı Giray[6] büyük olasılıkla Litvanya’da doğmuştu. Hacı Giray, Litvanya’dan topladığı yardımcı kuvvetlerle birlikte 1438’de Kırım’ı ele geçirdi ve burada hanlığını ilan ederek adına para bastırdı. Bu sırada Altınordu hükümdarı olan Uluğ Mehmed Han bu duruma karşı sessiz kaldı. Hacı Giray, 1438 yılında Kefe’yi almak için Altınordu hanlığı ile de iyi ilişkileri olan Cenevizlilerle mücadeleye girişti ancak kaleyi ele alamadı. Altınordu hükümdarlarının sonuncusu olan Seyyid Ahmed Han Kırım’da tekrar Altınordu hâkimiyetini kurmak istemekteydi. Buna karşılık Hacı Giray, müttefikleri olan Litvanya ve Letonya’ya güvenemedi.[7]  Bu sebeple Osmanlı Devleti ile iletişime geçti. Moskova Knezliği ile iyi ilişkiler kuran Hacı Giray, Altınordu Hanı’na karşı pozisyonunu kuvvetlendirdi. 1454 yılında Osmanlı Devleti ile Cenevizliler’e karşı ittifak kurarak Kefe’yi muhasara etti ve Kefeli Cenevizliler Osmanlı sultanına ve Hacı Giray’a vergi vermeye başladılar.[8] Hacı Giray, Lehistan Kralı ve Litvanya Grandükü IV. Kazimir ile iyi ilişkiler kurmuştu ancak 1461 yılından sonra Kırım-Litvanya ilişkileri bozulmaya başladı. 1465 yılında Seyyid Ahmed ile Kırım Hanı çekişmesinde Kazimir tarafsız kaldı. 1466 yılında Hacı Giray öldü ve büyük oğlu Nur Devlet iki yıl başta durabildi. Yerine Hacı Giray’ın diğer oğlu Mengli Giray geçti. Mengli Giray babasının Altınordu’ya karşı çatışmacı politikasını devam ettirdi. Bu sırada siyasi denge de değişmeler olmaktaydı. Kırım ile Litvanya-Lehistan birbirinden uzaklaşmaya devam etti. Lehistan, Altınordu ile ilişkilerini geliştirirken aynı şekilde Kırım-Rus münasebetleri güçlendi.[9] Seyyid Ahmed Kırım’a tekrar hücum etmesi üzerine 1474 yılında Mengli Giray, Menküb kalesine kaçtı. Seyyid Ahmed, Canıbey Giray’ı Kırım valisi tayin etti. Ancak bu pek uzun sürmedi ve 1475 yılında Nur Devlet tekrar Kırım Hanı oldu. Nur Devlet Han, hem kardeşi Mengli Giray’a karşı hem de Altınordu’ya karşı olduğu için Fatih Sultan Mehmed ile arasını iyi tutmaya özen göstererek sultana hürmetkâr mektuplar yazmaktaydı. Ancak Osmanlı Devleti tarafından 1476 yılında Boğdan üzerine sefere davet edilmesine rağmen Altınordu Hanlığı tarafından tehdit edilmesi sebebiyle yardımcı kuvvet dahi göndermemiştir. Bu sebeple muhalifleri harekete geçmiş ve Osmanlı Devleti de Mengli Giray’a tuğ ve sancak vererek İstanbul’dan Kırım Hanlığı’na tayin etmiştir. Böylelikle Kırım Hanlığı 1477 yılının sonuna doğru Osmanlı Devleti’nin nüfuzu altına girmiştir.[10]

Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya arasındaki ilişkiler hakkında bilgi vermeden önce kısaca Rus tarihini anlatmak gereklidir. Rus adının eski şekli Rusi olarak ‘‘Norman Mektebi’’ tarafından kabul edilmektedir. Rusi ismi de Fincedeki Ruotsi’den gelme ihtimali yüksektir. Finler, Stockholm’deki Maeller gölü çevresinde yaşayan İsveçlilere Ruotsi demektedirler. Ruotsi kelimesinin İsveçce’de Roeder, Almanca’da Ruderer kelimesinden geldiği anlaşılmaktadır. Almanca’da bu kelime kayıkçılar, kürekçiler anlamına gelmektedir. Fincedeki Ruotsi Slavcaya önce Rusi sonra Rus olarak geçmiştir. Slavlar İsveç’ten gelenlere Rus(Rusi) demişlerdir. Rus ismi siyasi bir anlama gelmesi Normanların yerli Slavları hâkimiyeti altına alarak, ticaret ve siyaset merkezleri kurmalarıyla birlikte başlamıştır. Rus liderlerinin başkenti olan Kiyef’te Hıristiyanlığın kabulüyle, Slavlar ile Rus1ar hem din, hem dil anlamında uyuşmuş ve iki unsur adeta bir bütün halini almışlardır. Bunun yanında Rus adı yerli Slavlar içinde kullanılmaktaydı.[11] V. yüzyılda Slav kabilelerinin bugünkü Rus topraklarına yerleşmesiyle Rus tarihi başlamıştır. Bu yerleşmeden yaklaşık dört asır sonra yani IX. yüzyılda ilk Rus devleti kurulmuş ve Kiev siyasal bir merkeze bürünmüştür. Rusların ilk devlet olan bu Kiev Knezliği, XIII. yüzyılda Moğol istilası sebebiyle yıkılmış olsa da bir sonraki yüzyılda Altınordu Devleti’nin zayıflaması sebebiyle Moskova Knezliği ortaya çıkmıştır.[12]

1. Osmanlı-Kırım ve Rus Dostluk Dönemi (1492-1512)

1497 yılında Moskova Kneziliği bir elçilik heyetini Kırım Hanı aracılığıyla İstanbul‘a göndermiş ve böylelikle Osmanlı-Rus ilişkileri başlamıştır. Bir Rus elçisinin İstanbul’a gönderilmesi nasıl gerçekleşmiştir bundan bahsetmeye değerdir. Moskova’dan Fedor Kuritsın adında bir Rus elçisi Macar kralı Mathias Korvinus’la görüşmek için gönderilmişti ve dönüş yolunda Türkler tarafından Belgrad’da durdurulmuştu. Fedor Kuritsın, Mengli Giray ve Macar Kralı’nın araya girmesi ile bırakılmıştır ve bu elçi Moskova’ya gidince III. İvan’a İstanbul’a elçi gönderilmesinin gerekliliğini vurgulamıştır. Bunun üzerine İvan, iyi ilişkiler kurduğu Mengli Giray’a bir mektup yazdı ve bu konuda fikrini sordu. Mengli Giray’da bu husus hakkında İstanbul’a mektup yazdı. İstanbul’dan gelen cevap Moskova Knezliği ile münasebet kurmada sakınca görülmediği bildirilince, bir zamandır Azak ve Kefe’de Rus tüccarların sıkıntılar çekmesini Osmanlı-Rus münasebetlerinin başlangıcı için bir sebep sayan İvan, 1492 yılında sultana bu konuda bir mektup yazdı. Sonuç olarak 1497 yılında Rus elçisinin İstanbul’da kabul edileceği öğrenildi ve Michail Pleşçeyev adlı bu elçi İstanbul’a gönderildi. Kefe ve Azak’taki Rusların sıkıntılarının giderileceğinin sözünü veren II. Bayezid, Moskova ile İstanbul arasındaki ilişkilerin devam ettirilmesini istese de Moskova’nın direk İstanbul ile temasını istememiş ve bu işe Kefe valisi olan oğlu Mehmet’i görevlendirmiştir. Aslında bunun sebebini Moskova’nın varlığı ve yokluğu İstanbul için pek önem arz etmemekte ve ilgi yok denilecek seviyededir. 1512 yılında Mengli Giray’ın ölümüyle Kırım ile Moskova eskisi gibi dostluk münasebetleri kapsamında ilişkiler kuramamıştır.[13]

2. XVI. ve XVII. Yüzyılda Osmanlı-Kırım ve Rus Rekabeti

XVI. yüzyıla gelindiğinde ise Rus tehdidi giderek artmaya başlamıştı. Rus Çarı IV. İvan, XVI. yüzyılın ortalarında Volga havzasını Ejderhan’a kadar ele geçirmiş ve Osmanlı ve Orta Asya hanlıklarına karşı bir tehdit halini almıştı. Bu sebeple Osmanlı Devleti, Özbekler ile daha da yakınlaştılar. Ancak Kırım üzerinden Orta Doğu’ya ulaşabilen Orta Asya hanlıkları, Hazar hanı başta olmak üzere Osmanlı Devleti’nden hac ve ticaret güzergâhı olan bu yolun Rusların kontrolünden kurtarılmasını istediler. 1530’lu yıllara kadar Doğu Avrupa’daki Rusların yayılımı ve tehlikesi Osmanlı Devleti tarafından görülmemiş ve hatta Kırım Hanlığı üzerinde Osmanlı’nın egemenliğini tehdit eden Jagellonlara karşı Moskova Knezliği ile Kırım Hanlığı’nın ittifakı desteklenmişti. Kırım Hanlığı ise ancak Ruslar ile 1530’larda Altınordu’nun eski toprakları olan Volga’yı ele geçirmek için savaşmaya başlamalarıyla İstanbul’u uyarmıştır. IV. İvan 1547 yılında çar unvanını aldıktan sonra 1552 yılında Kazan, 1554-1556 yıllarında da Ejderhan’ı ele geçirerek Volga’daki Müslüman hanlıkları ilhak etmiştir. IV. İvan, bu girişimiyle Terek Irmağı’na kadar imparatorluğunu genişletiyordu.[14] Kazan ve Ejderhan’dan kaçan Müslüman halk, İstanbul’a gelerek İdil etrafındaki Müslümanların memleketlerine Ruslar tarafından uygulanan zorbalık ve zalimliklerden bahsediyorlardı. Nogay, Özbek ve Buhara hanlarından elçiler gelmekte ve Rusların Kazan ve Hacıtarhan(Astrahan) gibi uzun sürelerden Müslümanların memleketlerinde yakıp yıkılan cami ve mescitlerden, halkın kitlesel halde katledilmesinden bahsetmekteydiler. Bu kıyımların yanında, Osmanlı Devleti için Ruslar, Doğu Avrupa ve Karadeniz’de de tehlike haline gelmesi ve daha nice sebeplerden[15] dolayı bir sefer hazırlığına girişildi. Yarlıkaş Mırza adlı kişi Sokullu Mehmet Paşa’ya kendi planını aktarmış ve Sokullu’da bu görüşleri kabul etmiştir. Plana göre Don nehri ile İdil nehri bir kanal ile birbirine bağlanılarak Azak denizinden Hazar denizine asker sevk etmek ve İran üzerine buradan sefer mümkün olacaktı. Bunun yanında İdil’in aşağı ve orta kısımları da Osmanlı Devleti’nin idaresine girecekti.[16] 1569 yılının ilkbaharında Osmanlı Devleti 17 bin kişilik ordusuyla deniz yolu aracılığıyla ilk önce Kefe’ye geldi. Devlet Girey’de 50 bin kişilik Türk-Tatar ordusuyla Osmanlı Devleti’ne katıldı. Ağustos ayında Perevolok’a ulaşıldı ve kanal açmaya başlandı. Ancak kanal açma süreci bir anda olacak bir iş olmaması üzerine seferle görevlendirilen Kasım Paşa gemilerin sürüklenmesini emretti. Tatarların İdil’e getirdikleri kürekli gemilerinde yardımıyla Eylül ayında Hacıtarhan’a ulaşıldı. Saldırıya geçmek yerine eski şehirde bir kale kurarak kışı geçirmek istedi. Ancak 50 bin kişilik Tatar ordusu, Yeniçerilerin Hacıtarhan’da tüm kışı geçirmek istememeleri ve Rusların esirler vasıtasıyla Kasım Paşa’ya yanlış bilgiler yollatıp yanıltması üzerine ordu 20 Eylül’de Hacıtarhan’dan çekildi. Sultan II. Selim’in fermanının yolda ulaşmasına dahi geri çekilmenin önüne geçilemedi. 1570 yılında İvan, II. Selim’in cülus törenini tebrik etmek için İstanbul’a elçi yolladı. Aslında amacı Rusların Kazan ve Hacıtarhan’ı ele geçirdiklerini anlatarak bir barış antlaşması elde etmekti. Rus elçilik heyeti Çar’ın hediyelerini Sokullu’ya sundular ve meramlarını anlattılar. İstedikleri barış antlaşmasını elde edememiş olsalar da II. Selim Rusya üzerine yürüme fikrini bir kenara atmıştı. Giray ise bu şehirleri ele geçirmek için iki kere sefer düzenlemiş, ilkinde başarılı olmuş Moskova ve çevresini kuşatmış ve yakmış olsa da karşısında İvan’ı bulamayınca geri çekilmişti. İkinci seferinde ise 1572 yılında mağlup olmuş ve amacına ulaşamamıştı.[17] Osmanlı Devleti Rusya ile olan mücadelesini kendisine bağlı olan Kırım Hanlığı ve Erdel Voyvodasına bıraktı. 1572 yılında Çar, Polonya tahtına aday oldu ancak Osmanlı ilk olarak Fransız Valois hanedanından Henri’yi, daha sonra Erdel Voyvodası Istvan Bathori’yi destekleyerek Çar’ın batıda ele geçirdiği toprakları alan Istvan’ı Polonya tahtına çıkarmayı başardılar.[18]

2.1. Osmanlı-Kazak Mücadelesi ve Karadeniz Sorunu

Ruslar ile birlikte hareket eden Kazaklar (Don ve Zaporoj Kazakları) Rusça konuşup yazıyorlardı. XVI. yüzyılın sonlarına doğru Kazaklar Karadeniz’de etkin bir konuma gelmeye başladılar. Deniz yoluyla Dinyester körfezine gelip Akkerman’ı yaktılar. 1575 yılında ise Kırım’ın kuzeyine geldiler ve buraları yağmaladılar. Bunun yanında Yevpotoriya, Trabzon ve Sinop’a denizden akınlar düzenlediler. 1587 yılında tekrar Yevpotoriya’ya saldırdıktan sonra dönerken Akkerman’ı da tekrar yakıp yıktılar. 1605-1606 yıllarına gelindiğinde ise Akkerman ve Kili şehirlerini ele geçirdiler. 1616 yılında ise İstanbul’un etrafına kadar gelip buralara saldırdılar. Çarpışma da 15 Türk kadırgasını ele geçirip Trabzon ve Sinop’a tekrar saldırdılar. 1620 yılında 150 çayka(ufak Kazak tekneleri) ile Bulgaristan’a saldırıp Varna’yı ele geçirip yakıp yıktılar. 1621’de bu kez Rize üzerine saldırı gerçekleştirdiler ancak Osmanlı 27 kadırgadan oluşan bir filoyla Kazakların çoğunu etkisiz hale getirdi. 1624 yılının yazında tekrar İstanbul üzerine tacizlerde buldular. 1631 yılında Don ve Zaporoj Kazakları Kırım sahiline inerek Hacıtarhan etrafına geldiler ve buradaki büyük yerleşim yerini ele geçirdikten sonra yağmalayıp geri çekildiler.[19] 1637 yılına geldiğimizde ise Don Kazakları, Azak kalesine karşı saldırı için harekete geçtiler. Moskova’ya gitmek için yola çıkan Türk elçiyi ele geçirip idam edildi. İdamdan sonra Azak kalesine hücum eden Kazaklar, iki haftalık savaşın ardından 18 Haziran 1637 yılında kaleyi ele geçirmeyi başardılar. Şehirdeki Müslüman halkın büyük çoğunluğu öldürüldü. Rumlar ve diğer Hıristiyanlar canlarını zor kurtardılar. Osmanlı Devleti, Azak’ı geri almak için Sultan IV. Murad’ın emriye sefer düzenlemiş olsa da başarılı olamadı ancak Azak’ı ele geçiren Kazaklar, burayı tek başlarına ellerinde tutamayacağını anlayınca Moskova’ya haber yollayarak Azak şehrini Çar’a teslim etmeyi teklif ettiler.[20] Bu tekliften kısa bir sıra önce tahta Sultan İbrahim çıkmıştı ve bu sebeple Avrupa devletlerine tahta çıkışını bildirmişti. Bu sebeple İstanbul’a gelen elçilerin içinde Rus elçi de bulunmaktaydı. Rus elçi, Divan’dan Moskova’ya gönderilen çavuşun öldürülmesinin mazeretini açıklayacak, Tatarların Rusya topraklarına yaptıkları akınların durdurulmasının sultan tarafından güvencesi verilmesi karşılığında Azak Kalesi’ni bırakmaya hazır olduklarını bildirecekti.[21] Çar ve Zemski Sobor yani Yurt Mümessileri Meclisi, Azak hakkında karar vermek için toplandı. Uzun tartışmalar sonucunda Moskova, 30 Nisan 1642 yılında Kazaklara yolladıkları bir yazı ile Azak kalesinin boşaltılmasını istedi. Kaleyi tahrip ettikten sonra boşaltan Kazaklar bu karardan pekte memnun değildi. Kaleyi ele geçirmek için gelen Osmanlı ordusu kalenin boş olduğu gördü ve Karadeniz için çok önemli bir önemi olan Azak kalesi tekrardan Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetine girdi.[22] Moskova’nın Azak kalesini Osmanlı İmparatorluğu’na iade etmesi, aslında Rusların hala Osmanlı İmparatorluğuna karşı direk savaşa girmeyi göze alamadıklarına işaret olarak kabul edilebilir. Ancak Don ve Zaporoj Kazakları’nın Karadeniz’deki bu saldırılarına yeterince karşı koyamayan Osmanlı İmparatorluğu’nda bir şeylerin doğru gitmediği görülmekteydi.  

2.2. Ukrayna Meselesi

Sultan İbrahim, 17 Ağustos 1646 yılında başını Veziriazam Sofu Mehmed Paşa ve Şeyhülislam Abdurrahim Efendi ve destekçileri tarafından boğularak öldürülmesi üzerine 7 yaşındaki büyük oğlu IV. Mehmed hükümdar olmuştur. IV. Mehmed’in daha çocuk olması sebebiyle saraydan işleri valide Hatice Turhan Sultan’ın idare edeceği ve hükümet işleri veziriazam tarafından görülmesi beklenirken ocak ağaları da işe karışmış ve böylelikle bu tarihten sekiz yıl boyunca devlet iç ve dış işlerinde büyük zararlar görmüştür.[23] 1654 yılında ise Ukrayna Kazak Hetmanı Bohdan Chmelnitski, Osmanlı-Kırım himayesini bıraktı ve Rus Çar’ı Aleksey Michayloviç’in himayesi altına girdi. Moskova, her hangi bir savaş olmadan Pereyaslavl antlaşmasıyla Ukrayna gibi büyük bir coğrafyayı ele geçirdi. Böylelikle Lehistan’a karşı önemli bir stratejik üstünlük elde eden Moskova, Karadeniz sahillerine ulaşma amacına dair önemli bir mesafe kat etmiş oldu. 1634 yılında Lehistan ile Rusya arasında ‘‘edebi barış’’ antlaşması yapılmış olmasına rağmen Rusya, 1654 Mayıs’ın savaş dahi ilan etmeden Lehistan’a saldırdı. Haziran sonunda Smolensk’i kuşattılar ve devamında Litvanya’ya girdiler. 1655 yılında Litvanya içlerine akınlar sürdü ve Grodno’yu da ele geçiren Ruslar, tarihlerinde ilk defa Avrupa’da bu kadar ileri gidebildiler. Bu harekât ile Livonya yolu da Çar’ın hâkimiyetine girdi. Bu vaziyet üzerine Litvanya hetmanı Radziwill, İsveç Kralı X. Karl’ın hâkimiyetini tanıyarak Rus istilasından kurtulmak istedi. Ruslar ise bu karardan sonra İsveç ile savaş anlamına gelen bu eylemlerini sürdü ve 1656 ilkbaharında İsveç’e savaş açtı. Bu savaş 1661 yılında İsveç lehine sonuçlandı. Ruslar, Livonya ve Estonya’nın İsveç’in hâkimiyetinde kalmasını tanıdılar. Ukrayna’daki durum da Rusların istediği gibi gitmedi. 1665 yılında Doroşenko hetman oldu ve Kırım ve Osmanlı İmparatorluğu ile sıkı bir temas kurmaya başladı. Bu temas Lehistan ve Rusları tedirgin etmesi üzerine 1667 yılında, Lehlerin aleyhine olan Andrusovo antlaşması imzalandı.[24]  Ukrayna Kazakları hatmanı Doroşenko, IV. Mehmed’e elçi yolladı ve Leh kralından ve Kırım Tatarlarından şikâyette bulundu. Osmanlı İmparatorluğu, uzun süredir kuzey siyaseti açısından Ukrayna’ya önem vermekteydi ve bu bağlamda bu bir fırsattı.[25] 1669 yılında Doroşenko ne Lehlilere ne de Kırım Hanlığına tabi olmadan direk Osmanlı İmparatorluğu’nun himayesini kabul etmesi Kırım Hanı Adil Giray’ı rahatsız etmişti. Bu sebeple Kırım hanı Kazaklara yeni hatman atadı. Bu hareketi sebebiyle de Osmanlı İmparatorluğu tarafından hanlıktan azledildi.[26] Ukrayna’nın Osmanlı İmparatorluğu hâkimiyetini tanıması Podolya’dan Lehlerin çıkarılması, Kiyef’ten ve Ukrayna’nın sol sahilinden Rusların çıkarılması tehdidini oluşturmuştu. 1671 yılında da Osmanlı İmparatorluğu’nun Lehistan üzerine seferi kesinleşince Moskova hükümeti, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı düşmanlığını göstermekten çekinmedi. Rus Çarı, 1672 yılında IV. Mehmed’e bir mektup yazmış ve Andrusovo Antlaşmasına atıf yaparak[27] Lehistan seferinden vazgeçmesini tavsiye etmekte ve eğer sefer olursa atacağı adımları anlatmaktaydı. Bu bağlam Rus Çarlığı’ndan gelen bu ilk tehdit mektubu, Moskova’nın Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki siyasi emellerini göstermekteydi.[28] Kazak hatmanı Doreşenko, 1675 senesine kadar Osmanlılara tabi olarak devam etmişti. Cenkci ve Kazak askerlerin Doreşenko’nun siyasetini beğenmemesi ve Ruslara yönelmeleri üzerine Doreşenko’da Ruslara tabi oldu ve başkenti Çehrin kalesini Ruslara teslim etti. Bunun üzerine Osmanlı tarafından Kazak hatmanlığına Himilnitski adında bir papaz tayin edildi ve Şeytan İbrahim Paşa’da serdar ilan edilerek atanan bu hatman ile Kırım hanı Giray’ın da kendilerine katılmasıyla kaleyi zapt etmekle görevlendirildiler. Yirmi üç günlük muhasara sonucu kale alınamadı. Bu başarısızlık üzerine hem serdar hem de Kırım Hanı azledildi. Ancak Osmanlı İmparatorluğu, Çehrin’i almakta ısrarlıydı ve 1678 yılında Rusya’dan barış için gönderilen elçiye rağmen sefer için tuğları çıkarılan ordu durdurulmadı. Kırım hanı da orduya katıldı ve Çehrin kalesine gidildi. Rus ordusu kaleyi savunmak için büyük bir ordu oluşturmuştu. Kale otuz üç gün muhasara edildikten sonra 1679 yılında bu büyük Rus ordusu da mağlup edildi ve kale yıktırıldı. Ertesi sene tekrar bir sefer hazırlığı yapıldığı sırada Kırım Hanı aracılığıyla İstanbul’a bir Rus elçisi geldi. Sonuç olarak Ruslar, Kırım hanıyla Bahçesaray Antlaşması’nı 1681 yılında yaptı. Bu antlaşma 20 senelik bir antlaşmaydı. Antlaşmaya göre Özi nehrinin sağ sahilindeki yerler Osmanlı İmparatorluğu’nda kalacak, Kiev ve ona bağlı Vasilko ve diğer iki palanga Ruslara ait olacaktı. Ruslar, Kırım hanına eskisi gibi vergi vermeyi kabul etmişlerdi.[29]

2.3. Papa Önderliğindeki Mukaddes Birlik ve Karlofça’ya Kadar Ki Süreç

1667 yılında Andrusovo barışından sonra Rusya, Lehistan’ı ‘‘Türk tehdidi’’ne inandırmış ve Türkler aleyhine kışkırtmıştı. Bu sebeple Rusların yardımı almak için 1682 yılındaki antlaşmaya göre Kiev’in Ruslarda kalmasına bir şey demediler. 1684 yılında Leh kralı Yan Sobieski’nin ısrarıyla Lehistan-Alman Çasarlığı ve Venedik şehir devletleri arasında Osmanlı İmparatorluğu’na karşı ‘‘Mukaddes Birlik’’ kuruldu. Bu birliğin başında Papa bulunmakta ve Türklere karşı tüm Hıristiyanları bir araya getirmeyi amaçlamaktaydı. Bu bağlamda birlikte Moskova’nın da olması gerekliliği saptandı ve 1686 yılının başında Moskova’ya Leh elçileri gönderildi. Müzakereler sonucunda Moskova, Türklere karşı olan bu koalisyona girmeyi kabul etti ve 1687 yılında Kırım üzerine sefer açmayı kararlaştırdı. Osmanlı İmparatorluğu’nun 1683 yılındaki Viyana hezimeti sebebiyle Ruslar artık daha cesur adımlar atmaya başlamıştı.[30] Rusların Kırım yarımadasını almak için yaptığı seferler 1695 yılına kadar sürmüş ancak istediklerini elde edememeleri üzerine, uzun süredir elde etmek istedikleri ancak önceden bırakmak durumunda oldukları Azak kalesini almak istemişlerdi. İlk kuşatmaları başarısız olmuş olsa da bir sene sonra 1696 yılında tekrar kaleyi kuşatmışlar ve 6 Ağustos 1696 yılında kaleyi ele geçirmişlerdir.[31]

3. Karlofça Antlaşması’ndan Kırım Savaşı’na Kadar Osmanlı-Rus Mücadelesi

3.1. İstanbul Antlaşması (17 Temmuz 1700)

Azak kalesini ele geçiren Çar I. Petro, burası ile Karadeniz’e açılamayacağını anlamış Karadeniz’de hâkimiyet için çok önemli bir yer arz eden Kerç kalesini almak istemiştir. Kerç Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkimiyetinde olduğu sürece Rus gemilerinin Azak Denizi’nden Karadeniz’e çıkması mümkün değildi. Kerç’in önemini gayet iyi bilen Osmanlı İmparatorluğu, Azak’ın düşmesinden sonra Kerç kalesi sağlamlaştırılarak kaleye 500 muhafız koyulmuş, Kerç kalesinin etrafında da güvenli noktalar oluşturulmuştur. Bu bağlamda Osmanlı İmparatorluğu, Kerç kalesi yakınlarında kurulan yeni kaleler ve asker sayısını arttırdı, iki deniz arasını cephane ve toplarla donatarak kapatmaya çalıştığı gibi, kurulan bu kalelerle Azak kalesinin tekrar ele geçirilmesi düşünülmüştür.[32] I. Petro’nun Kerç’i alma isteğinin önüne engel olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun II. Viyana Seferi sonrası barış görüşmelerinin başlaması çıkmıştı. 1699 yılında Karlofça Antlaşması gerçekleştirildi. Görüşmelerde Ruslar Kerç boğazını Osmanlı İmparatorluğu’ndan istemiş olması sebebiyle Rusya ile bir antlaşmaya varılamadı. Bunun yerine iki yıllık bir mütareke yapıldı. Petro, kendi başına Türklere karşı harbi devam ettiremeyeceğini anladı ve böylelikle İstanbul’a bir heyet yollayarak İstanbul Antlaşması yapıldı. 17 Temmuz 1700 tarihinde yapılan bu antlaşmaya göre Azak kalesi Ruslara bırakılmaktaydı. Aşağı Özü’deki Rusların ele geçirdiği bazı kaleler ise Türklere teslim ediliyordu. Bunun yanında Ruslara İstanbul’da daimi bir elçi bulundurma hakkı verildi ve 1702 yılında Rus Çarlığı’ndan ilk elçi olarak P. A. Tolstoy İstanbul’a geldi. Bu antlaşma Rusya’nın Osmanlı İmparatorluğu’na karşı kazandığı ilk zafer antlaşmasıdır.[33] Bunun yanında Karlofça Antlaşması’nda kabul edilen, Kırımlıların Bucak’tan çıkarılarak Özi kıyılarındaki Kırım topraklarına yerleşmelerinin gerekliliği, Kırım Hanlığı’nda bir iç karışıklığa sebep oldu. Bunu istemeyen Gazi Giray, Kırım Hanı Devlet Giray’a isyan etti. Bu isyan Gazi Giray’ın İstanbul tarafından Rodos’a gönderilmesiyle sonlandı.[34]  İstanbul Antlaşması için Rusların İstanbul’a nasıl geldiğine dair bilgi vermeye değer bir olaydır. Çar Petro, Kerç boğazından Karadeniz yolu ile İstanbul’a bir harp gemisi yollamıştır. Bu gemi Hollandalı Kaptan Peter Pamburg’un kumandasında Kerç boğazını geçmiş, Karadeniz’e açılmış ve İstanbul’a varmışlardı. İstanbul tarafından bu hareket pek ciddiye alınmamış barış müzakereleri için geldikleri düşünülmüştür. Bu Rus gemisi Topkapı Sarayı önünde yani Sarayburnu’nda demirlenmesine müsaade edilmiştir. Bu gemiye karşı başta Rumlar olmak üzere İstanbul ahalisinde büyük bir merak vardı.[35]

3.2. Prut Savaşı’nda Kaçırılan Büyük Fırsat

Sıcak denizlere inme isteğinde olan I. Petro’nun bu bağlamda iki hedefi bulunmaktaydı: Kuzeyde İsveç’in kapattığı Baltık, güneyde Osmanlı İmparatorluğu’nun kapattığı Karadeniz. Petro ilk olarak hedefine İsveç ile başladı ve bu savaşlar Rusya, İsveç ve Lehistan’ı uzun ve bir o kadar zorlu bir çekişmenin içine soktu. Bu mücadeleler de 1709 yılında İsveç Kralı XII. Karl, Petro’ya karşı Osmanlı ve Rus sınırlarının yakınında kaybetti ve Osmanlı topraklarına yaralı bir halde sığındı. Çorlulu Ahmet Paşa Ruslarla yapılan barışı 1710 yılında yenilenmişti. Osmanlı İmparatorluğu’nun İsveç ile birlikte Rusya’ya karşı durmasını isteyen Şarl, bu bağlamda çalışmalara başladı. Çorlulu Ali Paşa İstanbul tarafından azledildi ve yerine Numan Paşa geçti.[36] Numan Paşa’nın sadareti zamanında İstanbul’un Rusya’ya karşı fikri değişmiş ve düşmanca bir tavır takınılmıştı. Numan Paşa’nın azlinden sonra sadrazamlık makamına Baltacı Mehmed Paşa gelmiş ve Numan Paşa zamanında planlanan İsveç Kralının sağ salim memleketine dönme planı hemen ele alınmıştı. Çar I. Petro, Osmanlı İmparatorluğu ile bir savaş istememekteydi. Çünkü İsveç ile giriştikleri savaş daha bitmemişti. Rus elçi Tolstoy Rus Çarlığını Babıâli’deki fikir değişikliğine dair göstergeler sebebiyle uyarmaktaydı. Bunun üzerine Çar, önce 1710 yılı Temmuz’unda İstanbul’a bir mektup yazmış, bu mektuba cevap gelmemesi ve Babıâli’de tam tersi savaş hazırlığı düşüncelerinin giderek artması sebebiyle elçinin diğer bir mektup ile tekrar rapor sunması üzerine 1710 yılı Ekim’inde tekrar mektup yazmıştır. İlk mektuba göre ikinci mektubun üslubunun kötülüğü ve tehditleri sebebiyle İstanbul’da savaş havası giderek daha da arttı.[37] Tam bu sıralarda Kazak hatmanı Mazepa’nın yerine geçen Phillip Orlik, Lehistan ve Rusya’nın aleyhine bağımsız bir Kazak Devleti kurma arzusuna kapılmıştı. Bu arzusunu XII. Şarl ve Kırım Hanı desteklemekteydi. Rusya’yı bu bağlamda tedirgin eden bir diğer mesele buydu. Osmanlı İmparatorluğu’nun neden Ruslar ile bir savaş istediğine gelirsek; Petro Balkanlar’daki Ortodoks Osmanlı tebaasını kışkırtmaya çalışmaktaydı. Bunun yanında İstanbul Antlaşması’na aykırı olarak Dinyeper ve Azak cephelerinde yeni kaleler ile donanma yaptırmaları ve Kırım başta olmak üzere sınırlarda tacizde bulunmaları, Osmanlı İmparatorluğu’nu zorunlu olarak bir savaşa itecek sebeplerdi. Nitekim 20 Aralık 1710 tarihinde savaş kararı alındı ve yüzyıllarca sürecek olan Doğu ve Boğazlar meselesinin ilk savaşı başlamış oldu.[38] Savaş ilanında Devlet Giray’ın da etkisini atlamamak gerekir. Kırım Hanı Devlet Giray, o dönem İstanbul için gayet güvenilir ve önemli bir kişilikti. Savaş hazırlıkları için İstanbul’a gelmiş ve gayet iyi karşılanarak, memnuniyeti için isteklerinin birçoğu yerine getirilmişti. Nitekim bölgeyi en iyi bilen kişi Devlet Giray idi. Fransa ve İsveç elçileri bu savaşın olmasını istemekte iken İngiltere, Hollanda ve Almanya Babıâli’nin Ruslara karşı savaşını istememekteydi. O dönemde usul olarak hangi devlete savaş ilan edildiyse o devletin elçiliği tedbir olarak Yedikule hapsedilmekteydi. Bu bağlamda Rus elçisi Tolstoy ve diğer görevlilere de bu tedbir alınmıştı. Rus elçisinin Yedikule’ye kapatılmasıyla artık savaşın gerçekleşmesi kesindi. Bunun üzerine Çar Petro, Ocak 1711 yılında üçüncü bir mektup yazarak uzlaşmak istemişti. Çar, mektupta sulhu kendisinin bozmadığını söylemekteydi. Ancak İstanbul Antlaşması’nın ilk anından bu yana Ruslar, Azak ve etrafında savaş hazırlıkları yapmaktaydılar. Ancak Babıâli tarafından bu mektuba da cevap verilmemesi üzerine Rus Çarlığı da savaş hazırlıklarına girişmişti.[39]  Rus kuvvetleri, Şeremetyev komutasında ittifak halinde olduklar Boğdan beyi Demetrius Kantemir ile anlaşarak Yaş’a kadar ilerledi. Ardından Çar, esas ordusuyla bölgeye gelmişti. Ancak bölge halkı Rus kuvvetlerine destek vermekten kaçınmaktaydı ve bununda etkisiyle yeterli erzak temini mümkün olmadı. Sonuç olarak Temmuz 1711’de savaş vuku bulmuş ve Çar’ın etrafı adeta kuşatılmış ve Ruslar çok zor bir duruma düşürülmüştü. Ancak kuşatılan Rus ordusu salınmıştır.

Tablo 1 Prut Nehri’nde Rusların Kuşatılması (Kurat, a.g.e., 1951, s. 488.)

 

İstanbul’da elçilik görevi yapan Tolstoy’un raporlarına göre Sadrazam Baltacı Mehmed Paşa ve kâhyası Osman’ın hediyelere karşı açık olduğu bilindiği için, Çariçe Katharina sadrazam ile irtibat kurmuş ve bulabildiği bütün nakit, değerli kürk ve mücevheri toplayarak Türk ordusuna getirmiştir. Toplanan eşyaların 200.000 duka altın olduğu kabul edilmektedir. Çariçe’nin bu girişimi ile Rus ordusu salıverilmesinde büyük etken olduğu kesindir. Hâlbuki Çar esir edilebileceğini bildiği için senatoya hitaben kendisinin esir edilmesi halinde çar olarak tanınmamasını emretmişti. Durum bu halde iken, İsveç kralının gayri resmi temsilcisi Ponyatovski ve Kırım Hanı Devlet Giray’ın Ruslarla savaşılıp Çarın esir edilerek İstanbul’a getirilmesi görüşleri gayet normaldir. Sonuç olarak Ruslar ile anlaşıldı ve 21 Temmuz’da bir antlaşma imzalandı. Bu antlaşma 7 maddeden[40] oluşmaktadır. Esas antlaşma İstanbul’da yapılacağı kararlaştırıldı. Prut Amannamesi ‘‘mütareke barışı’’ olarak kabul edildi. Bu antlaşma ile Azak kalesi tekrar Osmanlı İmparatorluğu hâkimiyetine girdi.[41] Zafer haberleri, İstanbul’a geldiğinde heyecanla karşılanmıştı ancak seferde bulunan Kırım hanı ve XII. Şarl, büyük bir fırsatın kaçırıldığını söyleyerek büyük tepki gösterdiler. Baltacı Mehmed Paşa’nın Ruslardan rüşvet aldığı, Çariçe Katerina’nın dediklerine kadığını ve Petro ve ordusunun elden kaçırıldığı söylentileri üzerine III. Ahmed, sadrazam Baltacı’yı, sadrazamım kethüdasını ve reisülküttabı 20 Kasım 1711 yılında azletti ve rüşvet iddiasıyla cezalandırıldılar. Sadrazam ise kendisini savaşmadan Rus tehlikesinin bertaraf edildiği görüşüyle savundu. Baltacı’nın Prut’ta Çar’ı ve ordusunu kuşatmasına rağmen yok etmemesinin sebebi olarak Karlofça’nın yarattığı psikolojinin etkisi ve Avrupa’daki siyasal ve diplomatik gelişmelerden iyi bilgi almadığı söylenebilir. Petro antlaşma şartlarına uymakta yavaş hareket etmesi üzerine III. Ahmed bizzat Ruslara karşı yeni savaş hazırlıkları için Edirne’ye hareket edince, araya İngiliz ve Hollanda elçileri girerek Rusların antlaşmanın şartlarına uyacaklarını belirtildi. Bunun üzerine 17 Nisan 1712 yılında antlaşma yenilendi. Ancak buna rağmen Rusya işgal ettiği Lehistan’dan ordularını çıkartmakta acele etmeyeceğinin anlaşılması üzerine Sultan III. Ahmed, İsveç ve Fransız temsilcilerinin şikâyetleri üzerine tekrar Rusya üzerine sefer için hazırlıklara girişildi. 30 Nisan 1713’de Rusya’ya savaş ilan edildi fakat İsveç kralı ve Kırım hanının Sultan III. Ahmed’e seferin hemen yapılması üzerine yaptığı baskılar ters tepti ve Kırım hanı Sakız adasına sürülürken, XII. Şarl ise Edirne’de gözaltına alındı. Sonuç olarak 5 Haziran 1713’te imzalanan yeni bir antlaşma ile Rusların hemen Lehistan’ı terk etmeleri, XII. Şarl’ın ülkesine dönmesi ve Karadeniz kıyılarındaki işgal ettikleri toprakları terk etmeleri sağlandı. Bu antlaşma ile modern Rus İmparatorluğu’nun kurucu olarak görülen I. Petro Osmanlı sınırlarından çok Baltık bölgesine, Kafkaslara, Azerbaycan, İran ve Türkistan’a doğru ilerlemeye başladı.[42]

3.3. Rusların Kafkasya’da İlerlemeleri

Prut hezimeti sonrasında Petro, Osmanlı İmparatorluğu ile herhangi bir ihtilaftan çekindi. Bu sebeple yönünü Kafkasya’ya çeviren Çar, Hazar Denizi sahilleri boyunca Rus fetihlerini genişletti. Hatta Osmanlı Devleti ile bu bağlamda İran’ın paylaşımı için 1721 yılında anlaşma sağladı. 1722-1723 yılında Rus ve Türk kuvvetleri İran’a hücum ettiler. Rusya ile İran arasında Petersburg’da yapılan barış anlaşmasına göre, İran hükümeti, Derbend ve Bakü şehirlerinin yanında, Hazar Denizinin güneyindeki Geylan, Mazenderan ve Astrabad bölgelerini Ruslara bırakmak zorunda kaldı. Çar I. Petro, böylelikle Kafkasların güneyine inmişti. Bunun yanında Türkistan Hanlıkları ile de yakından ilgilenen Ruslar, Doğu Türkistan’daki Yarkend şehri civarında çok zengin altın madeni olduğu haberi üzerine 1715 yılında buraya asker gönderdi ancak istediğini elde edemedi. 1717 yılında Hiva’yı ele geçirmek için 3 bin 650 askerlik bir kuvvet yolladı. Ancak bu seferde başarı ile sonuçlanmadı. Hazar Denizinin doğu sahilinde birkaç yerde Rusların koruduğu karakollar oluşturuldu. Bu karakolların en önemlisi Bolhan körfezindeki Krasnovodsk’tu. Sonuç olarak I. Petro, Baltık denizi ve Hazar denizi istikametinde emperyalist adımlar atmıştır.[43]

3.4. Azak Kalesi’nin Tekrar Rusların Eline Geçmesi

Rusya’da Anna’nın saltanatının çizgileri I. Petro’nun politikaları üzerinden oluşmuştu. Bu bağlamda Lehistan’daki Rus nüfuzu arttırılması için girişimlerde bulunuldu. Karadeniz’e ulaşmak politikası tekrarlanıp, İran’dan 1722-1723’te alınan Hazar denizinin güneyindeki eyaletler İran’a geri verildi ve İran ile dostluk temin edildi. Bunun yanında 1736 yılında Avusturya ile bir anlaşma yapılarak Osmanlı İmparatorluğu’na karşı savaş ilan edildi. Türk kuvvetleri bu sırada Balkanlar ile meşgul olmasından faydalanan Rus ordusu, Özü(Oçakov) kalesini ele geçirdikten sonra Kırım’a girdiler. Hotin civarındaki Osmanlı kuvvetleri yenilgiye uğratılarak Azak kalesi 1 Temmuz 1736 yılında Ruslar tarafından tekrar ele geçirildi. 1739 yılında Belgrat’ta imzalanan barış antlaşması ile Rusya, Karadeniz’e çıkmak için önemli bir imkân elde etti.[44]

3.5. II. Katerina Zamanı (1762-1796)

II. Katerina dönemi, Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya mücadelelerinde önemli dönüm noktaları vardır. II. Katerina dönemindeki nu mücadele Lehistan meselesi ile başlamıştı. Avrupa’daki 7 yıl savaşları sırasında Rusya tarafsız kalarak gözünü Lehistan’a dikmişti. Leh siyaseti bir hayli karmaşık hal almış ve dışarıdan müdahaleye açık bir duruma gelmişti. Nitekim 1763 yılında Leh kralı III. August’un ölümüyle Katerina, Leh tahtına Stanislav Poniatowski seçildi v IV. August adıyla tahta çıktı. Poniatowski, Rus imparatoriçesi Katerina’ya âşıktı ve bu bağlamda Katerina’nın tesiri altındaydı. Böylelikle Rus etkisi Lehistan’da gözükmeye başladı. Lehistan’daki Ortodokslar, Katolikler ile aynı hakları istediler. Prusya kralı bu isteği kabul etmiş olsa da Leh Diyet Meclisi(Seym) bu isteği kabul etmemesi üzerine Katerina, Varşova’yı işgal ettirdi; böylelikle Seym istenilenleri kabul etmek durumunda kaldı. 1768 yılında yapılan antlaşmayla Ruslar, Lehistan ve Litvanya’nın devlet idaresindeki sistemin devamı garanti etmiş olmasına rağmen artık Lehistan adeta Rus himayesine girmişti. Rusya’nın Lehistan’da bu denli nüfuz kazanması İstanbul’da tedirginliğe yol açtı. Çünkü Lehistan’da Osmanlı düşmanı bir devlet birçok sorun meydana getirecekti. Ruslardan kaçan mülteci Lehler Osmanlı arazisine girdiler ve arkalarından Ruslarda Osmanlı topraklarına girerek Lehliler ile birlikte birçok Müslüman’ı da öldürdüler. Bunun üzerine Osmanlı İmparatorluğu 1768 yılında Rusya’ya savaş açtı. Rusların Lehistan ile meşgul olmasını kullanmak isteyen Osmanlı, istediğini elde edemedi ve 1769 yılında Hotin kalesinde Ruslara yenildi. Bunun üzerine Ruslar Tuna boyuna doğru ilerlemeye başladılar. 1770 yılında Kartal’ın biraz kuzeyindeki diğer bir çarpışma sonucu tekrar hüsrana uğrayan Osmanlı, artık Rusya’yı Tuna’da görecekti. Bunun yanında hiç beklenmeyen bir şekilde Aleksey Orlov’un idare ettiği bir Rus donanması, Baltık denizinden hareketle Akdeniz’e geçti ve Mora’da Rumların isyanına sebep oldular. Sakız adasına gelen Rus donanması Çeşme’de bulunan Türk donanmasını imha etti. Bu durum üzerine Babıâli telaşa düştü ve hemen barış antlaşmalarının başlamasını istedi. Tuna’nın güney sahilindeki Rus karargâhının bulunduğu Küçük Kaynarca mahallinde, 1774 yılında Osmanlı İmparatorluğu, Rusların ağır şartlarını kabul etmek zorunda kaldı. Antlaşma[45] 28 maddeden oluşmaktadır. Bu antlaşma ile Rusya Karadeniz sahillerine ulaşmış, Kırım Hanlığı’nın Rusya’ya katılması için büyük bir adım atılmış ve Ortodoks’ların himayesi bahanesiyle Rusya, Osmanlı İmparatorluğu’nun iç işlerine karışabilme imkânını sağlamıştır.[46] Bunun yanında Kırım’ın Osmanlı İmparatorluğu’nun elinden çıkması İstanbul’da çok büyük etki etmişti. 1783’te Kırım’ın Rus egemenliğine geçmesi ve Hanlığın ortadan kalkması yeni bir savaşa sebep olacaktı.[47] Fransa ve İngiltere’nin de etkisiyle Osmanlı İmparatorluğu, Rusya’ya savaş açma isteğindeydi. Bu sırada İsveç ile askeri bir ittifak antlaşması da yapıldı. Nitekim 1787 yılında Rusya’ya karşı savaş açıldı. Savaşın başlangıcında bazı olumsuzluklar yaşamış olan Rusya, buna rağmen 1790 yılında Özü kalesi ve Tuna’da önemli bir kale olan İsmail’in alınmasıyla savaş tamamen Rus lehine döndü. 1791 yılında yapılan Yaş antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu, Kırım’ın Rusya’ya ilhakını tanımak zorunda kaldı. Özü kalesi Ruslara bırakılacak, Turla nehri Rusya ile Osmanlı arasındaki ‘‘edebi’’ sınırı oluşturacaktı. Bu sonuçla Osmanlı İmparatorluğu, Küçük Kaynarca’dan daha kötü bir durumla karşı karşıya kaldı. Ruslar tarafından, Karadeniz’in Rus donanmasına üst olması için Sivastopol kalesinin temelleri atıldı ve bugün ki Dneprostroy şehri kuruldu.[48]

3.6. Fransız Devrimi’nin İlişkilere Yansıması

Fransız İhtilali ile Avrupa’da yeni bir dönem oluşmuştu. Fransa’da patlak veren ihtilal milletleri hürriyet ve istiklale teşvik etmesine rağmen, Fransa sömürgecilik politikasından vazgeçmedi. 1792 Nisan’ında Fransa, önce Avusturya’ya, kısa süre sonra Prusya’ya savaş açtı. Bu olayların üzerine Osmanlı İmparatorluğu başta İngiltere olmak üzere birçok Avrupa ülkeleri gibi tarafsızlığını ilan etti. Savaş tüm Avrupa’ya kısa sürede yayıldı. 1798 yılında da Napoleon Bonaparte idaresindeki Fransız ordusu Mısır’ı işgal etti. Bu işgal Avrupalı ülkelerden büyük tepki topladı. Babıâli, bu meseleyi yalnız çözmeyeceğini anladı ve İngiltere gibi dönemin güçlü sayılabilecek devletleriyle temasa geçip savaş hazırlıklarına girişti. Fransızları Akdeniz’de vurmak için Amiral Nelson’u görevlendirmişlerdi. Nelson, 1 Ağustos’ta Abukir’de Fransız donanmasını yakarak Napolyon’un Fransa ile deniz bağlantısı kesildi. III. Selim için bu hakaret ümit verici olarak nitelendirildi. Önce İngilizler, sonra Ruslar Osmanlıyı destekleyeceğini açıklamaları üzerine Babıâli, Fransa’ya karşı 12 Eylül 1798’de yabancı diplomatik temsilcilere bir beyanname ile duyurdu. Fransa’nın Doğu Akdeniz’deki yayılmacı politikası İngiltere ve Rusya tarafından tedirginlikle takip edilmekteydi. İngiltere Akdeniz, Kızıldeniz ve Basra ticaretine büyük önem vermeye başlamıştı. Rusya ise Balkanlar’a ve Adriyatik’deki adalara gözünü dikmişti. Bu sebeple Fransa’ya karşı Osmanlı İmparatorluğu’nu desteklemek kendi çıkarları gereğincedir. Rusya ile 23 Aralık 1798 yılında ittifak antlaşması yapıldı. İngiltere ile de bu bağlamda anlaşıldı. Yeni kurulan Nizam-ı Cedid ordusu ve İngiliz donanması ile Osmanlı İmparatorluğu ve müttefikleri için önemli sonuçlar alınmaya başlaması üzerine Fransızlar 1801 yılında Mısır’dan tahliye edilmeye başladılar. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun karşısında tehlike olarak bu sefer İngiltere ve Rusya belirdi. İngiltere, Mısır’dan çıkmak istememekteydi. Fransızlarla Adriyatik’te savaşması için boğazlardan geçişine izin verilen Ruslar ise Adriyatik’deki ve Yunan adalarını yerleşmek istemekteydi. Bunun üzerine III. Selim, önceden Fransa’ya karşı aldığı tedbirleri(Fransızların mal varlıklarına el koyma, imtiyazların kaldırılması) kaldırarak tekrar ilişkileri geliştirmeye gitti. 27 Mart 1802 yılında yapılan Amiens Antlaşması ile İngiltere, Fransa ve Osmanlılar arasındaki Mısır meselesi çözüldü ve tekrar Osmanlı himayesi Mısır’da sağlandı. Mısır’da Fransa’ya karşı savaşmaya gönderilen Kavalalı Mehmed Ali Paşa Mısır’a 1805 yılında vali olarak tayin edildi. Bu da ileride göreceğimiz Kavalalı Mehmed Ali Paşa sebebiyle Ruslar ile boğazlardaki sorunların doruk noktasına çıkmasını teşkil edecekti.[49] 1804 yılında Napoleon idaresindeki Fransa, Avrupa’daki en büyük askeri güç haline gelmiş ve Napoleon kendini imparator ilan etmişti. Bunun üzerine 1805 yılında Fransa’ya karşı İngiltere, Avusturya, Rusya ve İsveç’ten oluşan koalisyon meydana gelmişti. Avrupa’daki bu sıkıntılar Osmanlı İmparatorluğu’na da yansıyacaktı. Nitekim İstanbul’da bir taraftan İngiltere ve Rusya, diğer taraftan Fransa diplomatik bir mücadeleye başladı. Ruslar 1798 yılındaki antlaşmanın yenilenmesi ve hatta yeni maddeler içermesi için baskı yapmaktaydı. Eklenmek istenen maddeler Osmanlı’nın iç işlerine tamamen müdahale olarak nitelendirilebilecek unsurlar içermekteydi: Osmanlı’daki Hıristiyan Ortodoks milletinin Rusya’nın himayesi altına konması, Eflak ve Boğdan voyvodalarının Rusya'nın kabulü olmadan tayin ve görevden alınamayacağı, boğazlardan Rus savaş gemilerinin geçmesi hakkı. Rusya, Hıristiyan Ortodokslar hakkında istenilenler haricindekileri Osmanlı İmparatorluğu’na kabul ettirmeyi başardı ve 23 Eylül 1805 yılında antlaşma yenilendi. Bu antlaşma dokuz yıl müddetle yürürlükte kalacak ve gerekirse uzatılacaktı. Ancak Rusya tarafından barış ve ittifak hükümlerine uyulmaması üzerine bu ittifak ancak bir yıl sürdü. Bunun üzerine Boğaz’dan Rus savaş gemilerinin geçişine izin verilmedi ve böylelikle 1806 yılında tekrar iki devlet savaşa tutuştu.[50] Osmanlı İmparatorluğu, 3 Ocak 1807’de Avrupa devletlerine yolladığı notalarla, Rusya’ya savaş ilan ettiğinin haberini verirken Yunan adalarının üzerindeki Rusya himayesini kabul etmediğini bildiriyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun Rusya ile savaşa tutuşması, İngiltere’yi hareketlendirdi. İngiltere ve Rusya, Fransa’ya karşı savaşta idi ve bu sebeple Osmanlı-Rus Savaşı, Rusya’nın Napolyon’a karşı mücadelesini zayıflatma ihtimali vardı. Bu sebeple İngiltere savaşın durması için İstanbul’a baskı yapmakta, 1799 ittifakının yenilenmesini ve Boğazlar’ın İngiltere’ye teslim edilmesini, Eflak ve Buğdan’ı işgal eden Rusya’nın barış olana kadar buralarda kalmasını istedi. İngiltere’den gelen bu teklifi kabul edilmeyince, İngiliz donanması Çanakkale Boğazı’ndan içeri girdi ve 19 Şubat 1807 yılında Yedikule açıklarına demir attı. Fransız elçisi Sebastiyani’nin de çalışmaları sonucunda Osmanlı İmparatorluğu direnmeye karar vererek İstanbul’un savunulması için hazırlıklara girişti. Bu hazırlıklara bütün İstanbul halkı da katıldı. Bunun üzerine İngiltere isteklerini biraz daha hafifleterek tekrarladı ancak İstanbul tekrar reddetti. Bunun üzerine İngiliz donanması komutanı İstanbul önlerinde daha fazla durmanın tehlikeli olduğu düşünerek İstanbul’dan ayrıldı. Mart ayında Çanakkale’den geçen İngiliz donanmasından iki firkateyn batırıldı. İngiltere, bu girişiminde başarısız olunca Mısır’a yöneldi ancak Kavalalı Mehmed Ali Paşa, İngilizlerin bu girişimini engelledi. Rusya ile Fransa 1807 Tilsit ve 1808 yılında Erfurt antlaşmaları yaptı. Antlaşmaya göre üç ay içinde Rusya’nın Osmanlı İmparatorluğu ile kabul edebileceği bir antlaşma imzalanmaz ise Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa topraklarını paylaşmaya dair fikir birliğine vardılar. Tilsit imzası üzerine Fransa, Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya arasında aracılık yaparak, 1807 Ağustosu’nda Tuna üzerinde Yergöğü civarında İslobozya’da bir ateşkes anlaşması imzalandı. Anlaşmaya göre Rusya, Eflak-Buğdan’ı boşaltarak Dinyester ötesine ve Osmanlı kuvvetleri de Tuna’nın gerisine çekilecekti.[51] Fransa ile Rusya’nın Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki bu anlaşması, İstanbul ile İngiltere’yi yakınlaştırdı ve 1809 Ocak ayında Kale-i Sultaniye Muahedesi adı ile bilinen anlaşmayı imzaladı. Bu anlaşmaya göre İngilizler, Boğazların bütün harp gemilerine kapalı olduğu prensibini kabul etti. 1806 yılında başlayan bu savaşta Osmanlı İmparatorluğu, Rusları en azından Tuna boyuna inmelerine mani olmak istemekteydi ancak bu savaş kaybedildi. 1811 yılına gelindiğinde barış antlaşması için taraflar müzakereye girişti ve 28 Mayıs 1812 tarihinde Bükreş Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma Ruslar için gayet iyi bir antlaşmaydı. Bu antlaşmaya göre Prut nehri ve Prut nehrinin mansabından Karadeniz’e kadar Tuna nehri Rusya’nın sınırı olacaktı. Böylelikle Rusya, Tuna’ya kadar dayanmış ve Basarabya’yı da ele geçirmişti. Anlaşmada savaş esnasında Osmanlı İmparatorluğu’na karşı düşmanca harekette bulunan tebaanın affedilmesinden bahsedilmekteydi. Buradaki kasıt Balkanlardaki Ortodoksların yanında Doğu Anadolu’daki Ermenilerdi. Rusya, Napolyon’un baskısında kaldığı en tehlikeli zamanlarda Osmanlı, bu durumu istismar etmemiştir. Fransız ordusu, Rusya seferinden kışın sert geçmesiyle çekilmesinden sonra Rus çarı I. Aleksander, ‘‘Avrupa’nın kurtarıcısı’’ gibi görülmüş, Prusya, Avusturya ve İngiltere ile Napolyon’a karşı savaşlarda önemli rol oynamıştı. 1815 yılındaki Viyana Kongresi ile Rusya, neredeyse her istediğini elde etmiş ve bir süre Osmanlı İmparatorluğu rahat bırakılmıştı. 1821 yılında Yunan isyanının başlamasıyla Rusya ile ilişkiler bozulmuş olsa da bir savaş durumu olmamıştı.[52]

3.7. Viyana Kongresi’nde Rusların Gündeme Getirdiği Şark Meselesi

Avrupa’da Fransa’ya karşı kurulan Koalisyonlar neticesinde en sonunda yenilen Napolyon, müttefikler tarafından krallıktan indirilmek istenmiş ve nitekim 30 Mayıs 1814’te dörtlü müttefik devletlerarasında ve bunun yanında ayrı ayrı Fransa ile müttefikler arasında barış antlaşmaları yapıldı ve Fransa 1792 yılındaki sınırlarına çekileceği kararlaştırıldı. Napolyon’da Fransa tahtından sürüldü. Napolyon’un tüm sınırları alt üst etmesi sebebiyle müttefik devletler, Viyana’da bir kongre toplanması hakkında görüş birliğine vardılar. Osmanlı İmparatorluğu, Napolyon’un Mısır’ı işgali üzerine Fransa ile savaştığı sebeple bir barış toplantısı olan Viyana Kongresi’ne katılması Avusturya Başbakanı Metternich tarafından beklendi ve Metternich Osmanlı İmparatorluğu’nu iki kez bu kongreye davet etti. Çünkü Avusturya’da Rusya’nın Balkanlardaki genişleme politikasından endişe duyuyordu. Bunun yanında İngiltere’de Rusların Karadeniz’deki faaliyetleri sebebiyle tedirgin olmaktaydı. Ancak Osmanlı İmparatorluğu, bu kongreye katılma konusunda endişeliydi. Çünkü Osmanlı toprak bütünlüğünün Avrupa devletleri tarafından garanti altına alınmasına dair bir görüşme bağımsızlık ile bağdaşamayacağı görüşündeydi. Bunun yanında Bükreş Antlaşması gereğince Sırplara özerklik konusunda bazı imtiyazlar verilmişti –bunlar Akdeniz’deki adalar ve diğer yerlerdeki gayrimüslim Osmanlı uyruklarına tanınan imtiyazlardı- ancak bu imtiyazlar tam anlamıyla açık olarak belirtilmemişti. Bu konunun Rusya tarafından gündeme getirilerek özerkliğin daha da ileriye giderek bir bağımsızlığa dönüşmesinden endişe edilmekteydi. Yine bunun dışında Rusya ile devamlı çatışma sebebi olan Eflak ve Buğdan meselesi gündeme getirilmesinden çekiniliyordu. Nitekim Rusya, Viyana Kongresinde Osmanlı İmparatorluğu’nun endişe ettiği bazı konulara değinmiş ve Osmanlı’nın Hıristiyan tebaasının durumu üzerine dikkat çekmeye çalıştı. Rusya, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ‘‘Doğu Sorunu/Şark Meselesi’’ olarak bahsetmekteydi. Bu deyim daha sonra Avrupa diplomasisi tarafından kullanılmaya başlandı. Kısaca Şark Meselesi, ilk önce Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünün korunması, sonra XIX. yüzyılın ikinci yarısında Türklerin Avrupa’daki topraklarının paylaşılması anlamında kullanıldı. XX. yüzyıla gelindiğinde ise imparatorluğun bütün topraklarının paylaşılması anlamında kullanıldı. Osmanlı İmparatorluğu kongreye katılmamasına rağmen, İngiltere ve Avusturya tarafından Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğü gündeme getirildi. Ancak bunun üzerine Rusya da Güney Amerika’daki İspanyol sömürgelerinin de böyle bir garanti altına alınmasını gündeme getirdi. Bu dönem Güney Amerika’da bağımsızlık hareketleri olmaktaydı ve İngiltere’de bunları desteklemekteydi. Rusya’nın bu teklifi üzerine İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğü konusunda ısrarcı tavrından vazgeçti. Nitekim tam bu sırada Napolyon’un sürgüne yollandığı Elbe’den kaçtığı haberleri üzerine mesele bu şekilde kapandı.[53]

3.8.  Balkanlardaki İsyanların ve Kavalalı Vakasının İlişkilere Yansıması

Fransız İhtilali ile Osmanlı İmparatorluğu’nda ‘‘milli’’ ayaklanmalar başlamış, 1804 yılındı Sırplar isyan etmiş, 1821 yılında ise Yunanlar isyan etmişti. Özellikle Yunan isyanı Mora ve Adalarda bir hayli yayılmış ve imparatorluk için tehlikeli bir durum oluşturmuştu. Bu sebeple bu isyan devlet tarafından bastırılması gerekmekteydi. Ancak bu dönem artık Yeniçeri Ocağı’ndaki disiplinsizlik gün yüzüne çıkmıştı. Bu bağlamda II. Mahmud, isyanın bastırılması için Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’dan Mora’ya asker ve donanma göndermesini istedi. Mehmed Ali Paşa, asker olan oğlu İbrahim Paşa’yı Yunan isyancılarına karşı gönderdi. Bu gelişmeler ışığında İngiltere, Fransa ve Rusya bu meseleye dâhil olmaya yeltendiler. Avrupa’da hem Fransız ihtilalinin hem de Helenizm düşüncesinin etkisiyle, Yunanların bağımsızlıklarını kazanmaları desteklenmekteydi. Bu etkenlerin yanında öteden beri Avrupa’da baş gösteren Türk             düşmanlığının da etkisiyle Rus Çarı I. Nikola, durumdan yararlanarak Osmanlı İmparatorluğu’na karşı baskı yapma siyasetine zemin bulmuş oldu. Küçük Kaynarca’dan sonra Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Hıristiyan tebaa üzerinde hamiliğe soyunan Rusya,  bu defa Eflak ve Buğdan’da gözünün olması ve Boğazlardan Rus ticaret gemilerine serbest geçiş hakkı tanınması için Babıâli’ye baskı yapmaktaydı. Yeniçeri Ocağı’nın 1826 yılında kaldırılmasından kısa bir süre sonra Rusya ile anlaşma yapılması zorunlu hale geldi ve 7 Ekim 1826 yılında Akkerman Antlaşması imzalandı.[54] Bu antlaşma 1812 yılındaki Bükreş Antlaşmasına açıklık getirmek için yapılmış ve bunun yanında biri Eflak ve Buğdan, diğeri Sırbistan hakkında iki senet daha imzalanmıştı.

‘‘Bu antlaşmaya göre:

1- Eflak ve Buğdan Beyleri, Rusya ve Osmanlı Devleti’nin ortak onayı ile yerel meclisler tarafından 7 yıl için seçilecekler ve Rusya’nın onayı olmadan bu beyler azledilemeyecektir.

2- Sırbistan’ın özerkliği yeniden vurgulanıyor ve Sırbistan’ın üç kalesinden başka yerde Osmanlı askeri bulunmayacaktı.

3- Rus tüccarına, bütün Osmanlı limanlarında ve denizlerinde ticaret yapma hakkı tanındığı gibi, Karadeniz, diğer devletlerin de ticaret gemilerine açık olacaktı. Yani yabancı devletlerin ticaret gemileri Boğazlardan serbestçe geçebilecekti.

4- Besarabya ve Kafkas sınırlarında Rus lehine bazı ufak değişiklikler yapılıyordu.’’[55]

Yunan isyanının çıkışıyla böyle bir antlaşmayı elde etmeyi başaran Rusya, isyana hazırlanan Osmanlı tebaasının hamisi rolünü tam anlamıyla belli etmiş oluyordu. Yunan isyancılarının çeteleri İngiltere tarafından savaşçı olarak tanınması Fransa ve Rusya tarafından da kabul edildi ve böylelikle bu üç devlet ile İstanbul’un arası açılmış ve İngiltere, Fransa ve Rusya’nın elçileri İstanbul’dan ayrılmıştı. İngiltere, Fransa ve Rus savaş gemileri, Yunanlılara yardım için Mora açıklarına geldiğinde Osmanlı-Mısır donanması da Navarin limanında demirlemişti. 20 Ekim 1827 tarihinde bu üç devletin savaş gemileri Navarin limanına geldi ve herhangi bir gerekçe olmadan saldırı ile Osmanlı-Mısır donanmasını ortadan kaldırdı. Bu hareketten sonra Yunanlıların bağımsızlıklarını kazanması uzun sürmedi. İstanbul bu olayı şiddetli bir şekilde protesto etmiş olsa da bu üç devlet ile savaşa girişmeye gücü yoktu, sadece bir Rus istilası tehdidine karşı Tuna boyuna asker sevk etti. Bu hareket üzerine Rusya, Nisan 1828’de Osmanlı İmparatorluğu’na savaş açtı. I. Nikola Navarin’de Osmanlı donanması yakıldığı için hedefini, İstanbul ve Boğazları ele geçirmek olarak belirlemekten geri durmadı. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra kurulma aşamasında olan yeni Türk ordusu, Ruslara karşı Tuna boyunda direnmiş olsa da Ruslar General Diebiç kumandasında Balkanları geçtiler ve 20 Ağustos 1829 yılında Edirne’yi işgal ettiler. Ruslar Kafkas cepesinde de General Paskeviç önderliğinde birçok yeri zapt ettiler. Suhum, Kars ve Erzurum kaleleri Rusların eline geçti. Bu gelişmeler üzerine İstanbul ve Boğazlar Rus tehdidi ile karşı karşıya kaldığına dair bir izlenim oluşturdu. Rumeli’deki Osmanlı kumandanlığı, Rus kuvvetinin 100 bin kadar olduğunu sanmakta iken aslında Rus ordusu 20-25 bin kişi idi ve Osmanlı’nın, Rusları Edirne’den atabilme gücü vardı. Sultan II. Mahmud’u ve Babıâli’yi barışa zorlayanlar arasında Şeyhülislam ve paniğe kapılan bazı kesimler vardı.[56] Nitekim Diebiç’in Edirne civarındaki ordusu arasında dizanteri ve veba hızlı bir şekilde yayılmış ve ordu hastalıkların pençesine düşmüştü. Sonuç olarak Rusya ile 14 Eylül 1829 yılında Edirne Antlaşması yapıldı. Anlaşmanın yedinci maddesi barış zamanlarında Rus gemilerinin Boğazlardan serbestçe geçmesine olanak sağlıyordu. Osmanlı İmparatorluğu için önemli bir kayıp olan bu savaşla gelen anlaşma ile her ne kadar Rus maddeleri ağır olmasa da Yunanistan, Sırbistan ve Tuna boyları adeta elinden sökülüp alınmıştı.[57]

‘‘Anlaşmanın maddelerine bakarsak:

1- Ruslar, Rumeli yakasında, Tuna nehrinin ağzındaki adalar hariç, Osmanlılardan almış oldukları toprakları geri verecekler. Prut nehri, harpten önce olduğu gibi, Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya arasında sınır olacak.

2- Doğu Anadolu’da Poti, Anapa, Ahıska Rusya’ya bırakılacak.

3- Rus ticaret gemilerine Boğazlardan geçiş hakkı tanınacak. Rus halkından olanlar Osmanlı topraklarında serbestçe ticaret yapabilecekler.

4- Eflak ve Buğdan’a yeni haklar tanınacak; Eflak-Buğdan beyleri hayat kaydı şartiyle atanacak, Eflak-Buğdan’daki kaleler yıktırılacak, Türk askerleri bundan böyle bu iki eyalette bulunmayacak.

5- Akkerman antlaşması ile Sırbistan’a tanınmış olan imtiyazlar bu antlaşma ile tekit edilmiştir.

6- Osmanlı Devleti, Rusya’ya on bölümde ödenmek üzere 11 buçuk milyon duka altını tazminat olarak ödemeyi yüklenmektedir.

7- Osmanlı Devleti, 4 Nisan 1826’da Yunanistan probleminin çözülmesi hususunda İngiltere ile Rusya arasında imzalanmış olan Sen-Petersburg protokolünü tanımayı kabul edecekti.’’[58]

Edirne Anlaşması ile belirlenen çizgi bağlamında I. Nikola, İstanbul ve Boğazları ele geçirmeyi değil, Rusya’nın karşısında zayıf bir Osmanlı Devleti’nin bulundurulması ve Osmanlının bütünlüğünün devam ettirilmesi fikrini benimsemekteydi. 1832 yılına gelindiğinde Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’nın isyana girişmesi, uzun süredir dillendirilen Şark Meselesi’ni farklı bir boyuta taşıdı. Rusya, bu isyandan yararlanmak ve Osmanlı İmparatorluğu’nu bir nevi boyunduruğuna almak için çeşitli girişimlerde bulundu. General Muravyev önce Mehmed Ali Paşayı korkutma amacı ile Mısır’a gönderilmişti. Sonra Murayev, İstanbul’a gelmiş, II. Mahmud’a Rusya’dan yardım istemelerini telkin etmişti. Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa kumandasındaki ordu, Osmanlı İmparatorluğu’nu birkaç kez yenmiş, Filistin ve Suriye’yi işgal etmiş ve hatta Konya üzerine yürümüştü. 21 Aralık 1832 yılında Konya’daki savaşta Osmanlı ordusu adeta dağıtıldı ve Sadrazam da esir düştü. Bu vahim durumda II. Mahmud, Konya öncesinde İngiltere’den yardım istemişti. Ancak İngiliz Dış İşleri bakanı Palmerston, Babıâli’nin isteği olan bir İngiliz donanmasını Akdeniz’e göndermeye sıcak bakmadı, sadece diplomatik bir görüşme yapabileceğini bildirdi. Fransa ile Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın arasının iyi olması sebebiyle ortada Rusya kalmaktaydı. II. Mahmud, Rus yardımından doğacak neticelerin farkındaydı. Konya zaferinden sonra İbrahim Paşa, Kütahya’ya kadar ilerlemiş ve Anadolu’nun bazı yerlerinde kendisine karşı sevgiyle karşılaşmıştı. Babıalinin elinde İbrahim Paşa’ya karşı koyacak kuvvet yoktu. Bu sebeple İstanbul’un da düşmesinden endişe ediliyordu. Bu bağlamda Rus Çarı’ndan gelen yardım teklifini kabul etmekten başka çaresi kalmayan Sultan II. Mahmud, 3 Şubat 1833 tarihinde, İstanbul’daki Rus elçisi Butenov aracılığıyla I. Nikola’dan Mehmed Ali Paşa’ya karşı yardım istedi.[59] Oramiral Lazarev kumandasındaki Rus donanması 8 Şubat 1833’te İngiliz ve Fransız elçiliklerine yakın bir yerde olan Büyükdere körfezinde demirledi. Bu sırada Fransız elçi Babıâli’ye Rus donanmasının yardımını reddetmesi için büyük bir baskı yapmaktaydı. Bu arada İzmir’de Sultan II. Mahmud’a karşı bir isyan çıkmış ve İbrahim Paşa lehine tezahüratlar atılmaktaydı. Bu durumunda etkisiyle Lazarev’den kara birliklerinin de getirilmesi istendi. 24 Mart ve 2 Nisan 1833 yılında 2 büyük Rus donanması daha geldi. Bu iki filoda toplam 10 bin kişilik çıkarma birliği vardı. Rus Dış işleri bakanı Çernişev, çıkarma birliklerin komutanı Muravyev’e gönderdiği mesajda Mısır ordusunun İstanbul üzerine yürümesi halinde Boğazlarda Asya ve Avrupa yakasının Karadeniz’e girişini kontrol altında tutan noktaları işgal etmesini bildirdi. Rusların İstanbul’da ordu ve filosunu bulunduruşu Kavalalı’nın savaşa son verip tekrar barış müzakerelerine başlamaya mecbur bırakmıştı.[60] 24 Nisan 1833 yılında Kütahya’da yapılan anlaşma ile Mehmed Ali Paşa’ya Mısır valiliği ve daha başka yerlerin valiliği tanındı. Şimdi asıl sorun olarak İstanbul’daki Rus ordusunun varlığı sorunu vardı ki bu mesele bir hayli sıkıntılıydı. İngiltere ve Fransa, Rus donanmasının Boğazlardan çekilmesi için Babıâli’ye baskılarını arttırdı. Bunun üzerine Ruslar ile konuşuldu ve Ruslar 11 Temmuz 1833’de çekilip gideceklerini vaat ettiler. Rusların çekilmesinden önce çok önemli bir diplomatik mesele zuhur etti: 8 Temmuz 1833 yılında Boğaz içindeki Hünkâr İskelesi Köşkü’nde Rusya ile Osmanlı İmparatorluğu bir antlaşma imzaladı.[61]

Antlaşma, toplam 7 maddeden oluşmakta ve bir maddesi gizli idi. Maddelere gelirsek:

‘‘1- İki devletin sadece savunma kaygısıyla anlaşmayı yaptıkları, huzur ve güvenlikleri ile ilgili bütün problemler hakkında yekdiğerine yardımda bulunacakları belirtilmektedir.

2- 1829 Edirne Antlaşması ile bu antlaşmada geçen diğer antlaşmalar ve Edirne Antlaşmasından sonra imzalananlar yeniden onanmaktadır.

3- Olaylar Osmanlı İmparatorluğu için Rusya’dan yardım isteyecek bir durum yaratırsa, Rusya’nın karadan ve denizden Osmanlı İmparatorluğu’na iki taraf arasında kararlaştırılacak sayıda bir kuvvetle yardım edecektir.

4- Yardım isteyen taraf, yardıma gelen kuvvetlerin masraflarını ödeyecektir.

5- Antlaşma süresi 8 yıldır.

6- Bu savunma antlaşmasının iki ay içinde onanacağı ve onanmış nüshaların İstanbul’da değiştirileceği yazılmıştır.

7- Bu madde gizlidir. Rusya ile Batı devletlerinden biri arasında savaş olursa, Babıali, Çanakkale Boğazı’nı Rusya ile harp halinde bulunan devletin donanmasına kapayacak; buna karşılık, Rusya’nın dostu olduğu için, Rus gemileri Boğazlardan her iki istikamette gidip gelebileceklerdi.’’

Bu antlaşmanın yankıları Avrupa’da bir hayli sert olmuştu. Antlaşmanın imzalandığı öğrenildikten sonra Fransa ve İngiltere, İstanbul’da ve Sen-Petersburg’da antlaşmayı protesto edip, Akdeniz’deki deniz kuvvetlerini çoğalttılar. Bir İngiliz filosu İzmir önlerine kadar geldi. Avusturya, Hünkâr İskelesi antlaşmasının Avrupa politikası için sorunlar çıkaracağı görüşündeydi. Bunun üzerine I. Nikola anlaşmanın yürürlüğe girmeyebileceğine dair imalarda bulunarak ortalığı sakinleştirmeye çalıştı. Bunun yanında Çar, Avusturya ve Prusya ile Münchengratz Antlaşması(18 Eylül 1833) imzaladı ve antlaşmaya göre: ‘‘Bağımsız her hükümdar, yardımına başka bir hükümdarı çağırabilir. Böyle bir yardım durumunda yardıma çağrılan hükümdardan başkasının yardıma engel olmak için araya girmeye hakkı yoktur. Üç hükümdar, içlerinden biri yardım vaziyetinde, başkalarının baskını ile karşılaşırsa, beraber savaşmayı kabul ederler.’’ Bu adımlarla Rusya, Osmanlı İmparatorluğu’nda Hünkâr İskelesi antlaşmasıyla kazandığı durumu haklı görerek, Avusturya ve Prusya’nın da yardımını sağladı. İngiltere ve Fransa, bu antlaşmaların tehlike arz etmekte olduğu anladı ve Osmanlı İmparatorluğu ile Mısır’ın yeni bir çatışmaya gitmemeleri için İstanbul ve Kahire’ye tavsiyelerde bulundu.[62] İngiltere Dış İşleri Bakanı Palmerston, Hünkâr İskelesi Antlaşmasının Rus tarafına sağladığı ayrıcalıklar doğrultusunda, bu antlaşmanın ya yürürlükten çıkarılmasını ya da genişletilerek İngiltere ve bazı diğer devletlerin de katılmasını amaçlamaktaydı. Bu sırada Mehmed Ali Paşa ile yakın ilişkiler Fransa ile İngiltere’nin arası açılmış ve bu durumdan I. Nikola yararlanmak istemişti. 1831 yılındaki ihtilal ile Fransız tahtına geçen Kralı Louis-Philippe’ten hoşlanmayan Çar, İngiltere ile ‘‘Şark Meselesi’’ üzerinde anlaşabileceğini düşünmekteydi. Palmerston da böyle bir eğilime girer gibi oldu ve İngiltere, Avusturya, Prusya ve Rusya arasında bir nevi ‘‘Mukaddes İttifak’’ın yenilenmesi anlamında, 15 Temmuz 1840 yılında Londra’da bir antlaşma imzalandı. Hünkâr İskelesi Anlaşması 8 yıllık olarak düzenlenmişti ve 1841 Temmuz’unda sona erecekti. Bu bağlamda Palmerston, Rusya’dan dışında İngiltere, Avusturya ve Prusya ile Fransa’nın katılmasına dair Çar ile fikir birliğini sağlamıştı. Rus Çarı, bunu İngiltere ile başka meseleler üzerinde anlaşmak ümidiyle yapmıştı. 13 Temmuz 1841 tarihinde Londra’da yapılan antlaşmayla: Osmanlı İmparatorluğu savaşta olmadığı zamanlarda İstanbul ve Çanakkale Boğazları bütün devletlerin savaş gemilerine kapalı kalacaktı. Osmanlı İmparatorluğu savaşta ise, İstanbul’un menfaatleri bağlamında uygun gördüğü devletle anlaşarak savaş gemilerini Boğazlardan geçirebilecekti. Bu anlaşma ile Rusya’nın Boğazlar üzerindeki ayrıcalığı kaldırılmış oldu. Çar I. Nikola yinede bu durumdan memnundu. Çünkü Fransa’nın Orta Doğu’daki imtiyazlı durumuna son verilmiş ve İngiltere ile Rusya arasında bir yakınlaşma meydana gelmişti.

3.9. Kırım Savaşı ve Paris Antlaşması

İngiltere’de bu sırada kabine değişikliği yaşandı ve iktidara ‘‘Rus taraftarlığı’’ ile tanınan muhafazakâr Robert Peel geldi. Başvekil olan Robert Peel’in, yanında Palmerston’un yerine Dış İşleri Bakanı olarak Aberdeen olmuştu ki bu isimde İngiltere ile Rusya’nın pek çok konuda birlikte hareket edebileceklerini, anlaşabileceklerini düşünmekteydi. Çar I. Nikola, Kraliçe Viktorya kendisini İngiltere’ye davet ederse bu davete icabet edeceğini bildirmiş, İngiltere hükümetinin bunu öğrenmesi üzerine Rus Çarına resmi davet gitti.[63] 1844 yılında İngiltere’ye yapılan bu ziyaretle Rus ile İngiliz işbirliği arttırılmış ve Fransa’ya karşı gizli bir antlaşma yapılmış; Osmanlı İmparatorluğu’nun tavsiyesinin ancak İngiltere, Rusya ve Avusturya’nın senkronize hareketiyle gerçekleşeceğine dair fikir birliğine varılmıştı. 1848 yılındaki ihtilal, 1815 yılındaki Viyana Kongresi ile korumaya alınan Fransa, Prusya ve Avusturya gibi mutlakıyetçi yönetimlerde iç karışıklara yol açmıştı. Bu sırada Avusturya’daki Habsburg hanedanı, Macaristan’daki milliyetçi isyanı tek başına bastıramamış, Rusya’dan yardım istemek durumunda kalmıştı. Rusya, 1848 ihtilâlı sonrası Avrupa’daki siyasi güç dengelerinin değiştiğini görmüş ve bu bağlamda ilk önce Osmanlı İmparatorluğu’nun tasfiyesinde Avusturya ve Prusya’nın kendisine zorluk çıkaramayacaklarını anlamış; İngiltere ile de anlatıldığı gibi yakın ilişkiler geliştirmişti.[64] Savaşın sebeplerinin başında Beytüllahim’deki "Makamat-ı Mukaddese’’ meselesi teşkil etti. III. Napolyon, Kudüs’teki Katoliklerin, I. Nikola da Ortodoksların hamisi sıfatı ile Babıâli’den bazı taleplerde bulundular; Babıâli’nin Katolikleri iltizam ettiği iddiası ile çok ağır taleplerde bulundu. Babıâli, bu istekleri kabul etmeyince, Rusya, Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilan etti. Rus kuvvetleri hemen Eflak ve Buğdan’a girdiler. Avrupa devletlerinin aracılık yapma istemelerinden bir netice çıkmadı ve Babıâli’de Rusya’ya savaş ilan etmek zorunda kaldı.[65] Osmanlı İmparatorluğu, Rusya ile savaşa girmek zorunda kalmasının bütün sebeplerini bir beyanname ile Avrupa devletlerinin elçiliklerine bildirdi.[66] Rus Çarı, Rus ordularının kısa bir zamanda Tuna’yı geçip Babıâli’yi barışa zorlayacağını düşünmekteydi ancak öyle olmadı. Tuna boyundaki çatışmalarda Türk kuvvetleri Rusları püskürttü. Bunun üzerine Ruslar, Silistre kalesini muhasara ettiler ancak alamadılar. Avusturya’nın Rusya’ya karşı dostça olmayan talepleri, Rusları Avusturya sınırına bir miktar kuvvet yığmak zorunda bıraktı. İngiliz ve Fransız donanmasının Marmara denizine gelmiş olması, Rusya’ya karşı bir devletler bloğunun vücuda gelmekte olduğuna işaret etmekteydi.[67] 1853 Kasım ayında, Rusların Karadeniz donanması Sinop limanındaki Türk donanmasını ani bir baskınla ortadan kaldırdı. Osmanlı İmparatorluğu’nun Sinop’ta aldığı bu darbe İngiliz ve Fransızları savaşa katılmalarını hızlandırdı. İngiliz-Fransız ortak donanması 22 Aralık 1853 yılında Karadeniz’e girdi. İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı İmparatorluğu’na yardım edeceğinin anlaşılması üzerine Rus başkumandanlığı Tuna boyunu boşaltmak zorunda kaldı.[68] Bu sırada İngiliz donanması Baltık denizine girdi ve Aland adaları İngiliz ve Fransız bahriyelileri tarafından ele geçirildi. Bu hareket Petersburg’u tehlikeye düştü. Çar I. Nikola’nın saldırgan siyaseti, Rusya’ya karşı Devletler bloğunun meydana gelmesine, hatta Avusturya ve Prusya gibi, önceden Rusya ile dost devletlerin bile artık Rusya’ya karşı harekete geçmelerine sebep oldu. Avrupa’daki bütün milletler adeta Rus tehlikesini bertaraf etmek için birleşmiş gibiydiler. Bu müttefikler, Kırım’a yöneldi ve Rusların Karadeniz’deki en önemli üssü olan Sivastopol’a 1854 Eylülünde 89 harp gemisi, 300 taşıt gemisi ile karaya 60 bin kişilik Fransız, İngiliz ve Türk kuvvetleri çıktı ve 11 aylık Rusların Sivasotopol müdafasına rağmen sonunda ele geçirildi. Osmanlı kuvvetlerinin başındaki Ömer Paşa bu Kırım seferinde bir hayli önemli rol oynadı ve Rusların Eupaterya’ya hücumunu püskürttü. Bu haber I. Nikola’da büyük bir tesir yaptı ve hasta düşmesine sebep oldu. Rus ordusunun tam bir hezimetini öğrenmeden Şubat 1855 yılında öldü. Eylül 1855 tarihinde Fransızların hücumu ile Malachov tabyesi düştü ve böylelikle Sivastopol’da müttefiklerce ele geçirildi. Rusya’nın bu ağır yenilgisinin getirdiği koşulları, Nikola’nın halefi II. Aleksandr, 1856 yılında Paris’teki anlaşma ile kabul etmek zorunda kaldı.[69] Paris Kongresi 25 Şubat 1856 yılında toplandı ve Mart ayının sonuna kadar sürdü. 34 Maddelik barış antlaşması Paris Antlaşmasını Armaoğlu şöyle özetlemektedir: ‘‘1- Taraflar, savaş esnasında işgal etmiş oldukları bütün toprakları birbirlerine iade ediyorlardı.(Mad. 3 ve 4.). 2- Antlaşmanın 7. Maddesinde, Avrupa devletlerinin adları sayıldıktan sonra, ‘‘Saltanat-ı Seniye’nin Avrupa Hukuk-u Umumiyresi ve cemiyeti menafinden hissedar olmağa dahil olduğunu ilan ederler’’ demek suretiyle, Osmanlı Devleti’nin, Avrupa Devleteri Topluluğu’nun (concert européen) bir üyesi olduğunu belirtiyorlardı. 3- Antlaşmayı imzalayan devletlerden biri veya bir kaçı ile Osmanlı Devleti arasında bir anlaşmazlık çıkacak olursa, taraflar savaşa başvurmadan önce, diğer devletlerin aracılığını kabul edeceklerdir (Mad. 8). 4-  Padişah’ın 28 Şubat 1856’da yayınladığı Islahat Fermanı devletlere tebliğ ediliyor ve devletler bunu memnuniyetle karşıladıklarını belirtiyorlardı. Yalnız, Ferman’ın antlaşmada zikredilmiş olması, devletlere, Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışma yetkisi vermeyecekti (Mad. 9). 5- Boğazların kapalılığına dair 1841 Sözleşmesi’nin yürürlükte olduğu bir kere daha vurgulanıyordu (Mad. 10). 6- Karadeniz tarafsız hale getiriliyor ve askerlikten soyutlanıyordu (Mad 11). Karadeniz’de savaş gemisi bulundurulmayacak ve mevcut tersaneler de yıkılacaktı (Mad. 13). 7- Tuna’da seyrüsefer serbestîsi ilkesi yeniden kabul ediliyordu. Bu serbestîyi korumak ve düzenlemek için, antlaşmayı imzalayan devletler temsilcilerinden meydana gelen bir Tuna Komisyonu kuruluyordu (Mad. 15). 8- Besarabya’nın bir kısmı Buğdan’a ekleniyordu (Mad 20). Bu sınır düzeltmesi ile Rusya, 1829 Edirne antlaşması ile Tuna ağzında almış olduğu bir kısım toprakları elden çıkarıyordu. Bunu özellikle Avusturya istemiş ve Rusya’yı Tuna ağzından uzaklaştırmaya muvaffak olmuştu. 9- Antlaşmanın 22-27. Maddeleri Eflak ve Buğdan’a aittir. Bu maddelere göre, Eflak ve Buğdan özerklik kazanıyor ve bu özerklik devletlerin garantisi altına konuyordu. Her iki eyaletin de kendisine ait meclisleri olacaktı. Hiçbir devlet Eflak ve Buğdan’ın iç işlerine karışamayacaktı. 10- Antlaşmanın 28 ve 29. Maddeleri ise Sırbistan’a aitti. Bu maddelerle, Sırbistan’ın Osmanlı Devleti’nden şimdiye kadar almış olduğu özerklik hak ve yetkileri, devletlerin garantisi altına alınıyordu. Devletlerin onayı olmadan, Osmanlı Devleti Sırbistan’a asker sevk edemeyecekti.’’[70] 30 Mart 1856 yılında imzalandı. İmzalayan devletlere baktığımızda karşımıza; Fransa, İngiltere, Avusturya, Prusya, Osmanlı, Piyomente(Sardunya) ve Rusya çıkmaktadır. Kongre’de barış anlaşması görüşmelerinde pek sıkıntı çıkmadı. Çünkü Rusya, daha savaş zamanında Avusturya’nın 16 Aralık 1855 tarihli ültimatomunu kabul etmişti.

4. Kırım Savaşı’ndan Sonra I. Dünya Savaşı’na Kadar Osmanlı-Rus İlişkileri

4.1. 1877-1878 Türk-Rus Savaşı’na Giden Süreç ve Savaş

Paris Antlaşması ile oluşan durum 1870 yılındaki Fransa-Rusya savaşına kadar devam etti. Bismarck’ın desteğini alan Rusya tek taraflı olarak, 31 Ekim 1870 yılında Paris Barış Antlaşmasının Karadeniz’de Rus donanması buldurmasının önündeki engel olan maddenin kaldırıldığını ilan etti.[71] 13 Mart 1871 yılındaki Londra Anlaşması ile Rusya Karadeniz’de tersane yapmasına ve donanma bulundurmasına izin verildi. Sultan Abdülaziz’in çabasıyla Türk donanmasında büyük gelişimler olmuştu. Sultan, Kırım Savaşına benzer ilk fırsatta Kırım’ın geri alınması niyetindeydi. Türk ordu ve donanmasındaki modern atılımlar Rusya’yı tedirgin etmekteydi. 1871 yılından sonra Babıâli’nin yetersiz devlet adamlarının etrafından şekillenmesi, Rusya’ya ümit vermeye başlamıştı. Balkanlar’da Hıristiyan Ortodokslarla Osmanlı topraklarında isyanlar çıkartan Rusya, Osmanlı İmparatorluğunu siyasi anlamda yıpratırken, isyanların bastırılması içinde Türk ordusunun görevlendirilmesi sebebiyle orduyu çete savaşlarına sürüklemekteydi.[72] Bu siyasetin en büyük destekçileri ‘‘Panslavistler’’di. Panslavizm, Rusya’da XIX. yüzyıl ortalarında süratle güç kazanmış ve bunu destekleyenler ‘‘Türklerin zulmündeki Slavların kurtarılması’’ bahanesiyle Rus hâkimiyetinde tüm Slavları birleştirip, İstanbul’u ele geçirme amacındaydı.[73] 1875 yılında Bosna-Hersek’te Osmanlı İmparatorluğu’na karşı isyan çıkmış ve bu isyanı Rusların yanı sıra Sırbistan ve Karadağ’da desteklemekteydi ve nitekim 20 Temmuz 1876 yılında Osmanlı İmparatorluğu’na karşı savaş ilan ettiler. Bunun üzerine Ruslar Sırbistan’a destek için 7 bin asker yolladı. Sırp ordularının başında Rus general Çerneyaf bulunmaktaydı. Ancak Osmanlı 17 Ekim 1876 yılında Sırpları ağır bir yenilgiye uğrattı. Bunun üzerine II. Aleksandr, Balkanlardaki savaşın durdurulması ve Osmanlı’ya karşı savaş ilan etmek için çeşitli girişimlerde bulunmaya başladı.[74] 29 Ekim 1876 yılında Osman Paşa, Aleksinaç muharebesinde Sırp ordusunu dağıtması üzerine tam Belgrad’a girecek iken Ruslar tarafından Osmanlı İmparatorluğu’na ültimatom verildi. Savaşı göze alamayan Babıâli, Sırbistan ve Karadağ’a 2 aylık bir süre verdi. Rusya’nın Osmanlı İmparatorluğu’nun iç işlerine bu denli karışmaya başlaması İngiltere başta olmak üzere Avrupa devletlerini yeni bir Rus-Türk savaşı bağlamında kuşkulandırmaktaydı. 23 Aralık 1876 yılında İstanbul’da Tersane Konferansı toplandı. Bu konferansa İngiltere, Almanya, Rusya, Fransa, Avusturya-Macaristan ve İtalya’da katıldı. 20 Ocak 1877 yılına kadar 29 günde 9 defa toplanmıştı. İngiltere’nin bu konferanstaki en büyük temsilcisi Hindistan Nazırı Lord Salisbury, Türk dostu ve Rus düşmanı olarak bilinmekteydi. Salisbury, Türk devlet adamlarına savaşı önlemek için bazı fedakârlıklar yapılmasını tavsiye etti.[75] Babıâli’ye Bosna-Hersek’te ve Slavlara dair reformlar için baskı yapılmaktaydı. Bu baskıyı yapanların başında Rus İstanbul elçisi İgnatyev bulunmaktaydı. Nitekim reform tekliflerinin açıklanacağı gün 23 Aralık 1876 yılında Avrupalı devletler tarafından hiç beklenmeye bir gelişme oldu. Konferansta hazır bulunan Türk Hariciye Nazırı tarafından, Sultan II. Abdülhamid tarafından Meşrutiyet’in ilan edildiği yabancı katılımcılara bildirilmekteydi. Osmanlı devlet adamları meşrutiyetin ilanı ile kendilerine dayatılmak istenen reformların önüne geçmek istemekteydi. Meşrutiyet ilanı üzerine başta İgnatyev olmak üzere konferans üyeleri ilk anda bu duruma pek aldırış etmemiş gibi göründüler. Aceleyle seçim olmuş, Meclis-i Mebusan toplanmış ve artısı eksisiyle bir anayasa oluşturulmuştu. Tabi kısa süre sonra başlayan Rus savaşı, ‘‘meşruti rejim’’in devamına ve anayasanın tatbikine olanak bırakmadı.[76] 18 Ocak 1877 tarihine gelindiğinde Babıâli’de 240 kişilik bir meclis toplantıya çağırıldı. 240 üyenin 60’ı Hıristiyan’dı. Bu toplantıda savaş lehine heyacanlı sözler söyleyen Sadrazam Midhat Paşa, medrese talebesinin sokaklara çıkmasına aracılık etmiş ve sokaklara çıkan bu yüksek medrese talebesi, padişahın penceresine giderek savaş lehine slogan atmışlardı. Midhat Paşa ile Mabeyn Müşîri Damad Mahmud Celâleddin Paşa başta olmak üzere Ruslarla çıkacak bir savaşta İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun yanında yer alacağı görüşündeydi.[77] Konferansın bu olaylar doğrultusunda dağılması kaçınılmaz oldu.    Bunun üzerine İgnatyev, Viyana, Paris, Berlin ve Londra’ya giderek yeni entrikalar peşine düştü ve büyük devletlerin ‘‘reform’’ları talep edeceği bir deklarasyonda bulunmalarını sağladı. Babıâli bu deklarasyonu kabul etmemesi üzerine Rusya, çeşitli bahaneleri öne sürerek 27 Nisan 1877 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilan etti. Savaş öncesinde Rusya, Bismarck ile anlaşmış Almanya’nın tarafsız kalacağına dair teminatını almıştı. Böylelikle Almanya, 1870-1871 yılındaki Alman-Fransız savaşında Rusların tarafsızlığının karşılığını ödemekteydi.  Çar II. Aleksandr, Panslavistlerin de etkisiyle artık savaşa hazırdı. ‘‘Balkanlardaki Slavları koruma’’ kisvesi altındaki asıl amaç İstanbul ve Boğazları Rus kontrolü altına almaktı. Avusturya’nın da tarafsız kalacağı düşünülmekteydi. Bunun yanında İngiltere’de de bir Türk düşmanlığı yayılmaya başlamıştı. Ruslar daha 1859 yılında Romanya’ya girmiş ve Osmanlı sınırlarına kadar yaklaşarak Tuna’yı geçmişlerdi. Savaşın başlamasıyla Rus ordusunun başında Çar’ın kardeşi Grandük Nikolay Nikolayeviç bulunuyordu. General Gurko’nun komutasındaki bir Rus kuvveti, süratle Balkanlardaki Şipka geçidini ele geçirince Ruslar için Edirne ve İstanbul yolunun açıldığı düşünüldü. Ancak tam bu sıralarda Sofya’dan Plevne’ye gelip, hızlıca toprak tabyalar inşa edip Plevne’yi kale haline getiren Osman Paşa, 40 bin kişilik kuvvetiyle Rusları durdurarak savaşın seyrini değiştirdi. Osman Paşa’nın kumandası ve ordusunun cesareti ile Ruslar büyük kayıplara uğradılar. Rus tarafında şaşkınlık, hatta panik baş göstermeye başlamıştı. Osman Paşa, istediği yardım yetişmiş olsaydı, Ruslar Tuna’nın öbür tarafına atılacaktı. Fakat Babıâli’de yüksek kademelerdeki dirayetsiz paşalar yüzünden Plevne’ye yardım gitmedi. Kafkas cephesinde ise Muhtar Paşa, büyük Rus kuvvetlerine karşı durmaya çalışmaktaydı. Bu bağlamda Rusları büyük kayıplara uğratmış olsa da Ruslar, 28 Kasım 1877 tarihinde Kars kalesini ele geçirip, Erzurum istikametine doğru yol aldılar. Plevne’ye geri dönersek, büyük başarısızlığa uğrayan Ruslar, hiç istemeseler de Romanya’dan askeri yardım istediler ve bunun üzerine Plevne’ye karşı 40 bin Romen askeri güç yardımı aldı. Kalede açlık göstermesi üzerine Osman Paşa, 10 Aralık 1877’de kuşatmayı yarmak için harekette bulunmuş olsa da istediğini elde edemeyerek yaralı bir şekilde Ruslara esir düştü. Çar II. Aleksandr, kahraman Türk Paşasına kılıcını iade etmek suretiyle Gazi Osman Paşa’ya saygısını gösterdi. Plevne düştükten sonra savaşın netice Rusya lehine belli olmuştu. Bunun üzerine Babıâli İngiltere’ye müracaat etti ve donanmasını Türk sularına göndermesini istedi. Bu sırada Ruslar ilerlemelerini sürdürmekteydi. Bu sebeple 8 Ocak 1878’de Rus başkumandanlığına barış akdi için başvuran Osmanlı İmparatorluğu, yine Rus ilerlemesini durduramadı. Edirne Ruslar tarafından işgal edilmiş ve İstanbul ve Boğazlara doğru ilerleyiş sürmekteydi. Bu ilerleyiş ancak İngilizlerin daha sonradan Osmanlı İmparatorluğu’nun müracaatına verdiği olumlu yanıt ile durmuş ve 31 Ocak 1878 tarihinde Ayastefanos (Yeşilköy)’a kadar Rus ordusu gelmişti. Nitekim 31 Ocak tarihinde müzakereler başladı ve 19 Şubat/3 Mart 1878 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu için çok ağır şartlar içeren ‘‘Ayastefanos Barışı’’ imzalandı.[78] Ayastefanos antlaşmasının 29 maddeden oluşmaktaydı. Armaoğlu bu antlaşmanın maddelerini şöyle özetlemektedir:

‘‘1- Karadağ, Sırbistan ve Romanya, bağımsız devletler oluyorlar ve toprakları genişletiliyordu. Karadağ Antivari ve Dulcigno limanlarını alarak Adriyatik Denizi’ne çıkıyor ve Sırbistan da Niş’i alıyordu. Romanya, Besarabya’yı tümü ile Rusya’ya vermekte, buna karşılık Dobruca’yı almaktaydı (Mad. 2, 3 ve 5).

2- Osmanlı Devleti’ne vergi bağı ile bağlı büyük bir Bulgaristan Prensliği ortaya çıkıyordu. Bu prensliğin sınırları, kuzeyde Tuna’ya, doğuda Karadeniz’e güneyde Ege Denizi’ne ve batıda da Arnavutluğa dayanmaktaydı. Yani Doğu Rumeli, Batı Trakya ve Makedonya, Bulgaristan sınırları içinde yer alıyordu (Mad. 6).

3- Bosna ve Hersek’te İstanbul Konferansı’nın hazırladığı ıslahat yapılacaktı. Bu iki toprak üzerinde, dolaylı bir şekilde Avusturya ile Rusya’nın kontrolü tesis ediliyordu (Mad. 14).

4- Ermenistan’da ‘‘mahalli menfaatlerin gerektirdiği ıslahat’’ yapılacak ve Ermeniler, Kürtler ile Çerkeslere karşı korunacaktı (Mad. 16).

5- Girit’te 1868’den bu yana uygulanmakta olan yönetim şekli, eskisi gibi devam edecek, fakat Osmanlı İmparatorluğu, Arnavutluk, Tırhala ve Rumeli’nin diğer yerlerinde de aynı yönetim şeklini uygulayacaktı (Mad. 15)

6- Osmanlı İmparatorluğu, Rusya’ya 1 milyar 410 milyon ruble savaş tazminatı ödeyecekti (Mad. 19). Fakat Rus Çarı, ‘‘Devlet-i Aliyyenin müşkilât-ı maliyesini piş-i nazar-ı dikkate alarak’’, yani Osmanlı Devletinin mali sıkıntısını göz önünde bulundurarak, bu tazminatın 1 milyar 110 milyonundan vazgeçiyor, fakat buna karşılık Batum, Kars, Ardahan, Eleşkirt ve Beyazıt Rusya’ya bırakılıyordu.’’[79] Ayastefanos bir nevi ‘‘Ön Barış’’ başlığını taşımıştı. Çünkü barışın ancak İngiltere ve Avusturya’nın başta olmak üzere Avrupalı devletlere Avrupa’da konferans ile olabileceği düşünülmüş ve Rusya’da bunu kabul etmişti. Bu bağlamda Berlin’de savaş sonrası kongre toplanmıştı. [80] Berlin Anlaşması, Osmanlı İmparatorluğu’nu Balkanlar’dan tasfiye etmiyor, hatta 1913 yılına kadar Balkanlardaki varlığını 35 yıl daha uzatıyordu. Ancak savaştan önceki şartlara göre Osmanlı için durum yıkım denecek kadar ağırdı. Rusya’yı Balkanlardan uzaklaştırmış olsa da bu sefer Osmanlı’nın karşısına Balkan devletçikleri çıkıyordu. 1699 yılındaki Karlofça Antlaşmasından sonra Osmanlı İmparatorluğu’nu Avrupa’dan tasfiye eden ikinci büyük antlaşma Berlin Antlaşmasıdır.[81] Berlin Kongresi 13 Haziran 1878’de toplanmış ve bir aylık bir çalışma sonrasında 13 Temmuz 1878’de Berlin Antlaşması’nı imzalanmıştır. Armaoğlu Berlin Antlaşmasını şöyle özetlemiştir:

‘‘1- Bulgaristan: Bulgaristan, Ayastefanos’ta olduğu gibi, Osmanlı Devleti’ne vergi bağı ile bağlı özerk bir prenslik oluyordu. Bir Hıristiyan hükümeti ve milis askeri olacaktı. Bulgaristan’da Osmanlı askeri bulunmayacaktı. Bulgaristan prensini halk seçecek, fakat büyük devletlerin hükümdar ailelerinden hiç kimse Bulgaristan prensliğine seçilemeyecekti. Bulgaristan’ın sınırları çok daraltıyordu. Doğu Rumeli, Batı Trakya ve Makedonya, geri alınıyordu. Doğu Rumeli’de özerk bir yönetim kurulmak ve Makedonya’da ıslahat yapılmak şartıyla buraları Osmanlı Devleti’ne iade ediliyordu. Bu şekilde Bulgaristan, Tuna nehri ile Balkan dağları arasına sıkışmış olmaktaydı. Bulgaristan’ın bu şekilde küçültülmesi ve özellikle Makedonya’dan ve Ege’den uzaklaştırılmakla, hem İngiltere’nin ve hem de Avusturya’nın istedikleri gerçekleşmiş olmaktaydı.

2- Doğu Rumeli (Mad. 13-22): Doğu Rumeli, özerk bir ‘‘eyalet’’ olacak, Hıristiyan bir valisi bulunacak ve siyasal veaskeri bakımdan Osmanlı egemenliği altında kalacaktır. Doğu Rumeli Valisi, Osmanlı Devleti tarafından, devletlerin onayı ile atanacaktır. İç veya dış tehlike karşısında kaldığında, Vali, Osmanlı askerinin yardımını isteyebilecektir. Osmanlı Devleti’nin diğer devletlerle imzaladığı bütün anlaşma ve antlaşmalar Doğu Rumeli’de de yürürlükte olacaktır.

3- Girit (Mad. 23): 1868’de uygulanmaya başlayan özerklik aynen devam edecekti.

4- Yunanistan (Mad. 24): Yunanlılar Berlin Kongresine katılmadılar. Yalnız Yunanistan Kongre’den bazı isteklerde bulundu. Bu da Tesalya, Epir ve Girit’in Yunanistan’a verilmesiydi. Bu istekler hakkında karar verilmedi. Yalnız, 24. Maddeye göre, Osmanlı Devleti ile Yunanistan, Yunanistan lehine bazı sınır değişiklikleri yapılması konusunu müzakere edecekler ve anlaşamadıkları takdirde, büyük devletlerin aracılığına başvuracaklardı.

5- Bosna-Hersek (Mad. 25): Bosna-Hersek, geçici olarak Avusturya’nın işgal ve idaresine bırakılıyordu. Avusturya ayrıca Yenipazar sancağında da asker bulundurmak hakkını elde ediyordu ki, bu suretle Sırbistan ile Karadağ’ın arasına girmiş oluyordu.

6- Karadağ (Mad. 26-33): Karadağ bağımsız bir devlet oluyordu. Antivari limanının alıyor, Dulcigno’yu Osmanlı Devletine iade ediyordu. Karadağ’ın savaş gemisi olmayacaktı. Ayrıca, Karadağ Osmanlı borçlarından bir kısmını da üzerine alıyordu.

7- Sırbistan (Mad. 34-42): Sırbistan da bağımsız oluyordu. O da Osmanlı borçlarından bir kısmını üzerine alacaktı. Sırbistan Niş ve Pirot’u alıyor, buna karşılık Metroviçe’yi Osmanlı Devleti’ne iade ediyordu.

8- Romanya (Mad. 43-57): Romanya’nın da bağımsızlığı kabul ediliyordu. Ayastefanos’ta olduğu gibi, Romanya, Besarabya’yı Rusya’ya veriyor, buna karşılık, Dobruca’yı alıyordu. Tuna Komisyonu, eskisi gibi faaliyet ve görevine devam edecekti.

9- Osmanlı Devletinin Doğu Sınırları (Mad. 58-60): Osmanlı Devleti Kars, Ardahan ve Batum’u Rusya’ya terk ediyordu. Batum serbest liman olacaktı. Rusya da Eleşkirt ve Beyazıt’ı Osmanlı Devleti’ne iade ediyordu. Kotur şehri ve topralarını da Osmanlı Devleti İran’a terk ediyordu.

10- Ermeniler (Mad. 61): Osmanlı Devleti, Ermeniler için mahalli ihtiyaçların gerektirdiği ıslahatı yapmayı ve Ermenilerin, Kürtlere ve Çerkeslere karşı güvenliğini sağlamayı taahhüt ediyordu. Bu hüküm sonradan özellikle İngiltere tarafından istismar edilecek ve İngiltere’nin 1878’den itibaren Osmanlı Devleti’ne karşı izlemeye başladığı parçalama ve Osmanlı toprakları üzerinde kendisine bağlı devletler kurma politikasının bir vasıtası olacaktır. 11- Savaş Tazminatı: Berlin Kongresinde de Osmanlı Devleti’nin Rusya’ya savaş tazminatı ödemesine karar verilmiştir ki, bu konuda iki devlet arasında iki anlaşma yapılmıştır. 8 Şubat 1879 tarihli anlaşma ile tazminatın miktarı 802 milyon 500 bin frank olarak tespit edilmiş ve 14 Mayıs 1882 tarihli anlaşma ile de tazminatın ne şekilde ödeneceği belirlenmiştir.’’[82]

4.2. 93 Harbi Sonrası I. Dünya Savaşı’na Kadar Ki Süreçteki İlişkiler

4.2.1. Ermeni İsyanlarında Rusların Rolü

Doğu Anadolu vilayetlerinde ve Adana’nın etrafında, bir milyonu aşan Ermeni yaşamaktaydı. Ancak bunlar -Harput hariç- bulundukları vilayette halkın üçte birini teşkil edecek yoğunlukta değillerdi. Selçuklu döneminden bu yana Ermeniler Türk hâkimiyetinde yaşamaktaydılar ve zamanla Türkleştiler ancak Hıristiyanlıklarını korumaktaydılar. Osmanlı toprakları dışında İran’a tabi olan Eçmiyadzin ve Erivan çevresindeki Ermeniler ile Batı Avrupa merkezli özellikle Venedik’teki Ermeniler kendi dillerini ve geleneklerini muhafaza etmişlerdi. 1828/1829 Rus-Türk savaşında Rus kuvvetleri Erzurum’a kadar geldikleri ve Ermeniler ile meskûn sahayı işgalleri altına aldıklarında, Türkiye’deki Ermeniler ile Rus makamları arasında ilk temas kurulmuş oldu. Kırım Savaşına gelindiğinde ise Rus kuvvetleri, Ermenilerin de önemli bir nüfusu olan Kars ve çevresini işgal ettikten sonra Ermeniler ile yakın münasebetler geliştirdiler ve Ermeniler, Rusların lehine casusluk gibi çeşitli hizmetlerde bulundular. Nitekim kısa süre sonra Osmanlı idaresine karşı koymak için Ermeniler gizli teşkilat faaliyetlerine giriştiler. 1872 yılında Van’da ‘‘Kurtuluş Birliği’’ kuruldu. Rus ajanlar Osmanlı’nın beş vilayetini ‘‘Türk Ermenistanı’’ olarak adlandırmaktaydı. 1877/1878 Rus-Türk savaşıyla Rusların kışkırtmaları nitece vermeye başladı. Binlerce Ermeni Ruslar tarafına kaçtı ve Türklere karşı savaş açtılar. Rus işgali altındaki yerlerde Ermeniler, Müslüman ahaliye baskı ve zulüm yaptılar. Bu sebeple Ruslar Berlin Kongresinde, Çerkesler ve Kürtler tarafından Ermenilere her hangi bir misilleme hareketi yapılmamasını şart olarak koştular. 1881 yılında Erzurum’da Ermeniler tarafından kurulan ‘‘Vatanı Müdafaa Cemiyeti’’ oradaki Rus Konsolosluğunun bilgisi dâhilinde hareket etmekteydi. 1887’de ‘‘Gnçak’’ ve 1890’da ‘‘Daşnaksutün’’ komiteleri kuruldu ve özellikle Daşnakçılar, Osmanlı’daki Ermenileri ‘‘Milli Ermeni bayrağı’’ altında toplamak maksadıyla propagandaya giriştiler.[83] Ermenileri ellerinden geldiği kadar destekleyen Rusların amacı, Doğu Anadolu’dan Basra’ya veya Çukurova’ya doğru uzanan kendi kontrolünde bir Ermenistan yaratmaktı. Bu sayede sıcak denizlere inme politikası olan Ruslar, bu doğrultuda çok önemli bir adım atmış olacaktı. Rusların bu amacını anlayan İngilizler, Ermenileri ikiye ayırmayı başarmıştı. Bir kısmı Rusların, diğer kısmı İngilizlerin doğrultusunda devlet kurma hayallerini gerçekleştirmek için mücadelelerini hızlandırmışlardı. 1900’lerden sonra Ermeni meselesinde İngiltere giderek güç kazanması üzerine ve Balkanlar’daki gelişmelerinde etkisiyle Rusların Ermeni politikasında yumuşama olmuş ve İngilizlere yönelen Ermenileri geri kazanmak için çaba sarf etmişlerdir. 16 Temmuz 1904 yılında Hariciye Nezareti’nden Petersburg Sefareti’ne gönderilen telgrafta Rusya’dan Osmanlı ülkesine geçen Ermeni çetelerini engellemek için Rus hükümetinin askeri memurlarına kesin emir vermesi gerektiği belirtilmekteydi. Rus tarafı, Ermeni çetelerinin sınırı aşarak Osmanlı topraklarına geçmelerinin engellenmesi hususunda söz vermiş olsalar da gerekli dikkati göstermemiştir. Tabi bunun sebebi Kafkasya’da olduğu gibi Doğu Anadolu’yu da Slavlaştırmaya çalışmanın etkisi vardı. Ruslar Pasifik ve Baltıktaki filolarını kaybetmelerinin de etkisiyle Petersburg Sefaretine gönderdiği 8 Şubat 1906 tarihli telgraf ile Ermeni komitelerinin Osmanlı Devleti aleyhindeki faaliyetlerinin Rusya Hükümeti tarafından asla desteklenmeyeceğini bildirmek durumunda kalmıştı. 1912 yılına kadar Ermenilere destekleri azalmış olsa da 1912 yılından sonra tekrar bu destek canlanmıştır. Trablusgarp ve Balkan savaşlarıyla Ermeni-Rus ilişkileri yeni bir sürece girmiş, Rus taraftarı Ermeniler, yeniden Vilayet-i Şarkiye’de ıslahat yapılmasını gündeme taşımaya çalışmışlardı. Rus elçisi Giers, 26 Mayıs 1913 yılında Rus hükümetinin Ermeni reformuna verdiği ehemmiyeti anlatan bir muhtırayı Babıâli’ye sundu.[84]

4.2.2. Balkan Savaşlarında Rusya

Balkan Savaşları, 1912-1913 yıllarında Osmanlı İmparatorluğu ile Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ arasında meydana gelen birbirini takip eden iki büyük savaşı kapsamaktadır.[85] İtalya ile Osmanlı arasındaki savaş, Osmanlı’yı yıpratmıştı ve bu da Balkanlar için büyük bir fırsat yaratmıştı. Bunun yanında içerideki iktidar mücadelesine tutuşan İttihadcılar ile muhaliflerinin gittikçe artan düşmanlığı ve Türk subaylarının da İttihadcı ve muhalif olarak ikiye bölünmesi de diğer önemli fırsatı oluşturmaktaydı. İstanbul’da ve Osmanlı Rumeli’sinde yabancı devletlerin ajanları faaliyetler içerisindeydi. Türk tebaası pek çok şahıs, hatta milletvekilleri bile bu yabancı güçlerden para ve türlü vaatler alıyorlardı. Osmanlı İmparatorluğu’nun iç idaresi böylesine karışmış iken Babıâli Balkanlılara pek önem vermiyorlardı.[86] Bu Balkan bloğunun oluşumunda Rusya’nın Hariciye Nazırı Sazanov’un etkisi atlanmamalıdır. Ancak Sazanov, Balkanlar’da hemen bir savaş istememekteydi.[87] Balkan devletleri arasında bir ittifak kurma meselesi yeni değildi. Bükreş’teki Osmanlı İmparatorluğu’nun elçisi Süleyman Sabit, Hükümet’e gönderdiği 15 Ekim 1879 tarihli yazısında Rusya’nın aracılığı ile Bulgaristan, Karadağ, Sırbistan ve Romanya arasında bir ittifak kurulmasından bahsetmekteydi. Osmanlı İmparatorluğu’nun İtalya karşısındaki savaşlardaki durumu Balkan devletlerini yeniden ittifak arayışına itti. 13 Mart 1912’de Sırp-Bulgar antlaşması, 29 Mayıs 1912’de Bulgar-Yunan antlaşması ve Sırbistan ve Karadağ’ında anlaşmasıyla adeta Balkan ittifakı kurulmuş gibiydi.[88] Osmanlı genelkurmayına göre, balkan devletçiklerinin askeri güçleri yetersizdi. Savaş başladığında Harbiye Nazırı Nazım Paşa, bir iki hafta içinde Sofya’ya girileceğini düşünmekteydi ve bu sebeple subaylara Sofya’da yapılacak resmigeçitler için tören üniformalarını yanlarında getirmelerini emretti. Hariciye Nazırı Asım Bey ise önceden Sofya orta elçisiydi. Savaştan 3 ay önce görüşü ise ‘‘Balkanlar’dan imanım kadar eminim.’’ diye bir cümle kurmuştu.[89] Osmanlı Devleti’ne karşı ilk olarak savaşı bloğun en küçük devleti Karadağ 9 Ekim 1912 yılında açtı. Ardından 17 ve 18 Ekim tarihlerinde Bulgaristan ve Sırbistan savaşa katılırken az bir süre sonra Yunanistan’da bloğun dâhilinde savaşa girdi. Rus Bahriye Nazırı Grigoroviç, Karadeniz donanması komutasına ‘‘İstanbul’da mümkün olabilecek karışıklıklar sebebiyle Rus savaş gemilerinin harekete hazır olmaları gerektiği’’ne dair telgraf çekmişti. Yani Rus hükümeti, 1912 Ekim ayında İstanbul’a bir Rus donanması gönderilmesine dair karar almış bulunuyordu ancak Çar’ın bundan haberi yoktu. II. Nikola, Bahriye Nazırı’nın bu müracaatını daha sonra sinirli bir şekilde olsa da kabul etti.[90] Savaş Edirne’ye kadar gelmiş, Osmanlı Devleti’nin bazı komutanları esir düşmüştü. Sonuç olarak, Balkan savaşlarında Osmanlı Devleti büyük bir yenilgiye uğramıştı. Osmanlı Devleti’ne karşı özellikle Bulgarların başarısında, eğitimli topçu birliklerinin bulunması, iyi mücadele eden piyade ve iyi bir kumanda heyeti etkili olmuştur.[91] Bu savaşlar en çok Bulgaristan’a yaradığı ve Balkanlarda Ruslar için bile önemli bir tehdit gibi gözükmeye başladıklarını söylemek yanlış olmayacaktır. 30 Mayıs 1913’te Osmanlı Devleti ile Balkan devletleri arasında imzalanan Londra Antlaşması imzalandı.  I. Balkan Savaşı’na katılmamış olan ve Bulgaristan’ın bu denli geniş coğrafyaya yayılmasından endişe duyan Romanya, Silistre’nin Bulgaristan’dan alınıp kendisine verilmesinin yeterli olmadığını düşünmekteydi. Bunun yanında Makedonya’nın büyük bir kısmının Bulgaristan’a bırakılmasına Sırbistan ve Yunanistan itiraz etmekteydi. Bu olanların ışığında Bulgaristan ile Sırbistan, Karadağ ve Yunanistan 23 Haziran 1913’te savaşa tutuştu. Romanya da 10 Temmuz’da Bulgaristan’a savaş açmış ve böylelikle Osmanlı mirasını paylaşamama sebebiyle Balkan müttefikleri arasında II. Balkan Savaşı başlamıştı.[92] Birinci Balkan Savaşı’ndan beklediğini –Boğazları ele geçirme- elde edemeyen Rusya, II. Balkan Savaşı’nda yaptığı planlar da istediği gibi gitmedi. II. Balkan Savaşı aslında Rusya'nın Bulgaristan'ı tutmayışından, Romenlerin harekete geçmelerine mani olmayışından, ileri gelmişti.[93] Müttefiklerin Sofya’ya ilerlemesini fırsat bilen İttihat ve Terakki yönetimi hemen Edirne’yi kurtarmaya girişti. Londra Antlaşması’nda kabul edilen Midye-Enez hattının belirlenmesine yanaşmayan Bulgaristan’ın tutumu 19 Temmuz 1913’te büyük devletlere verilen bir nota ile şikâyet edildi. Notada Meriç sınırının aşılmayacağı belirtilmekteydi. Dört devletle savaşan Bulgaristan, Edirne’de kuvvet bırakmamıştı. Bunun üzerine hiçbir mukavemet görülmeden 21 Temmuz’da Osmanlı, Bulgaristan’dan Edirne’yi geri aldı. II. Balkan Savaşı 10 Ağustos 1913’te Bulgaristan ile Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ arasında yapılan Bükreş Antlaşması ile sona erdi.[94] 29 Eylül 1913’te Osmanlı Devleti, Bulgaristan ile İstanbul Antlaşması, 14 Kasım 1913’te Yunanistan ile Atina Antlaşması, 14 Mart 1914’te Osmanlı ile sınırı kalmayan Sırbistan ile İstanbul Antlaşması imzalanıldı ve kesin sulh sağlandı.[95]

5. I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı- Rus İlişkileri

I. Dünya Savaşı’nın birinci sebebi olarak 28 Haziran 1914 günü Avusturya-Macaristan veliahdı Arşidük François Ferdinand’ın Saraybosna’da bir Sırplı tarafından öldürülmesidir. Ancak bunu elbette tek sebep olarak görmemek gerekir. XIX. yüzyıl ile XX. yüzyılın başında Avrupa ve Akdeniz siyasetinin dengelerini etkileyen birçok olay meydana gelmiştir. Ferdinand’ın öldürülmesine geri dönersek; bu olay üzerine Avusturya Sırbistan’a savaş açmış, Rusya, Sırbistan’ın, Almanya ise Avusturya’nın arkasında durması ile Avrupa bir hafta içinde dünya çapında bir savaşla karşı karşıya kalmıştır. Olayların bu kadar hızlı gelişmesinde 1908 yılındaki Bosna-Hersek buhranından bu yana gerginleşen Sırbistan-Avusturya münasebetleri başlıca rol oynamıştır.[96] Mevcut ittifaklar ve devletlerarasındaki taahhütler gereğince ‘‘İttifak-ı Müsellese’’ devletleri ile ‘‘İtilaf-ı Müsellese’’ devletleri birbirlerine savaş -1 Ağustos 1914’te Almanya Rusya’ya, 3 Ağustos Almanya Fransa’ya ve 4 Ağustos İngiltere Almanya’ya- ilan ettiler. İtalya ise tarafsız kalmayı tercih etti. Avrupa’da patlak veren bu savaş Osmanlı Devleti için hiçte iyi bir zamanda ortaya çıkmamıştı. Daha yeni Balkan Savaşı’ndan çıkılmış ve onun getirdiği çöküntüler kendisini göstermeye başlamıştı ve ekonomik düzensizlik hat safhaya çıkmıştı. Durum ancak dışarıdan borç alınarak düzelebilirdi. Öteden beri Avrupa’da bir savaş beklenmekteydi ve suikast olayının üzerine Enver Paşa askeri hazırlıklara önem vermişti. Nitekim 30 Temmuz’dan itibaren kısmi seferberlik başlamıştı. Savaşın başlamasıyla 2 Ağustos’ta Osmanlı ‘‘tarafsızlığı’’ ve 3 Ağustos’ta bütün Osmanlı’da ‘‘örfi idare’’ ilan edilmişti.[97] Savaş doğrultusuna girildiğinde Alman otoriteleri Osmanlı Devleti ile kurulacak bir ittifak 300 milyonluk Müslüman coğrafyası göz önüne alındığında önem arz etmekteydi. Bunun yanında kurulacak bir ittifak Almanya’yı Üçlü Uzlaşma Devletleri tarafından bir çembere almaktan kurtaracaktı. Avusturya Sırbistan’a savaş ilan ettiği gün,  İmparator II. Wilhem’de Rusya’ya karşı Osmanlı ile bir anlaşmaya gitmek için devlet adamlarına emir verdi ve nitekim 2 Ağustos 1914’te antlaşma[98] sağlandı.[99] Aslında Osmanlı İmparatorluğu ilk ittifak teşebbüsünü, dost olarak saydığı İngiltere’ye yapmıştı.  İtalya’nın Trablusgarp’a saldırması, Osmanlı Devlet adamlarında Üçlü İttifak’a karşı soğukluk oluşturmuştu. Bu soğukluk da Avusturya’nın Balkan politikası ve Bosna-Hersek’i ilhak etmiş olması da etkiliydi. Bu şartların içinde Maliye Nazırı Cavit Bey 1911 Ekim ayında İngiltere Bahriye Nazırı Winston Churchill’e mektup yazmış ve İngiltere ile bir ittifak teklif etmiş olsa da Churchill İngiliz Dış İşleri Bakanı’na danıştıktan sonra bu teklifi geri çevirmişti.[100] Tekrar 1914 yılına dönecek olursak: Almanya ile ittifak antlaşması imzalanır imzalanmaz üç gün içinde Enver Paşa İstanbul’daki Rus Askeri Ateşesi General Leontiyev ile anlaşma görüşmelerine girişti. Enver Paşa’nın bu görüşmeyi zaman kazanmak için yapmış olması güçlü olasılıktır. Çünkü Osmanlı ordusu seferberliğini tamamlamak ve donatımının ikmali için vakte ihtiyacı vardı. Bunun yanında Çanakkale Boğazı’na yaklaşmakta olan Goben ve Breslau zırhlılarının Boğazı geçmeleri halinde Rusları fazla kuşkuya kapılmaktan kurtarmaya çalışmakta bu görüşmede etkili olmuştur.[101] Anlatıldığı gibi Osmanlı İmparatorluğu zaman kazanmak istemekteydi ve Almanya’da bu bağlamda Osmanlı ordusunun hazır olmadığını bildiği için baskı yapmamaktaydı. Ancak Ruslar, Almanların doğu cephesinde büyük bir taarruza başlayınca ve bunun yanında Batı cephesinde de işler Almanya’nın beklediği gibi gitmeyince Almanya için Osmanlı bir an önce savaşa girmesi ve yeni bir cephe açılması gerekliliği ortaya çıktı. Osmanlı ise beklenen teçhizat ve paranın gelmesiyle savaşa girme taraftarıydı. Gereken paranın büyük kısmının gelmesiyle ‘‘Goeben’’(Yavuz) ve ‘‘Breslau’’(Midilli) Alman kruvazörleriyle ve diğer Türk savaş gemileriyle Karadeniz’e çıkarak Rus gemileri veya limanlarına hücum edilerek savaş başlamış olacaktı. 11 Eylül’den itibaren bu gemilere Karadeniz’in boğazlara yakın sahasında manevra yapılması izni verilmişti. 25 Ekim günü Enver ve Cemal Paşaların bilgisi doğrultusunda Amiral Souchon’a Karadeniz’e çıkıp, Rus sahillerini bombardıman etmesi için emir verildi. 29 Ekim 1914 yılında erken saatlerde Türk harp gemileri, Odessa, Sıvastopol ve Novorssiysk’i top ateşine tuttular. Rusların karşı ateş ve mayınlar bombardımanın uzamasına mani oldu ve istenilen sonuç elde edilemedi. Donanma dönerken Rus mayın gemisine rastladı ve onu batırıp bir miktar esir ile Boğaz’a geldi. Bu bağlamda Rusya, İngiltere ve Fransa’dan şiddetli protestolar ve taleplerde bulundu. Türk hükümeti ise Karadeniz’de Rus donanması Türk gemilerine saldırdığını ve bunun üzerine Rus limanlarının bombardımana tabi tutulduğunu iddia etti. Bu bombardıman önce İstanbul daha sonra bütün Türkiye’de büyük sürpriz ile karşılandı. Çünkü 3-4 kişi haricinde bunun yapılacağından kimsenin haberi yoktu. Bu olay kabineden bazı istifalara –üç nazır, birisi Maliye Nazırı Cavid Bey- yol açtı. Sadrazam Said Halim Paşa ise Talat Bey ve Enver Paşa’nın ısrarıyla istifasını geri çekti.[102] Rusya, bu savaşın doğrultusunda İngiltere ve Fransa’ya İstanbul ve Boğazlar’ı ele geçirmeyi kabul ettirmeyi kâğıt üzerinde de olsa kabul ettirecekti. Kasım ayı geldiğinde Rusya yaptığı teşebbüsler ile İngiltere ve Fransa’dan olumlu cevaplar aldı. Nitekim 4 Kasım günü Osmanlı İmparatorluğu’na savaş açmıştı. İngiltere, Rusya lehine İstanbul ve Boğazlar’ın kararlaştırılacağını bildirmiş olsa da bu durumun Almanya’nın yenilgisinden sonraya bırakılması görüşündeydi. Çünkü İngiltere, Rusya İstanbul ve Boğazlar’ı ele geçirdiğinde savaştan çekilmesinden korkuyordu. Fransa ise Rusların isteklerini kabul etmekte ve kendisi de Suriye ve Filistin üzerindeki isteklerini Ruslara kabul ettirmekteydi.  19 Şubat 1915’ten itibaren dış denizden Çanakkale Boğazı’nın iki tarafındaki Türk tabyalarını bombardımana başladılar. Bunun üzerine Rusya İngiltere ve Fransa eğer İstanbul’u ele geçirirse bu iki devletten İstanbul ve Boğazlar’ı geri almak zor olacağını düşünerek İngiltere ve Fransa’ya baskıya başladı. İngiltere ve Fransa bu baskı sonucunda her ne kadar istemeseler de Rusya’nın taleplerini kabul ettiler. Çünkü Batı cephesinin yükünü Rusya hafifletmekteydi. 12 Mart 1915’te İngiltere’yle, 10 Nisan 1915’te Fransa ile bu iki devletin karşı notaları ile anlaşıldığı kesinleşti.[103] Ruslar ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki sıcak çatışmaya gelirsek elbette akla ilk olarak Sarıkamış Harekâtı gelmekteydi. 1914 Türk-Rus sınırına baktığımızda, 1878 yılındaki Berlin Kongresi ile belirlendiğini görmekteyiz. Rusya için önem arz eden ve Türklere karşı savunma kalesi olarak kullanmaya başladıkları Kars 1828 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun elinden çıkmıştı. Berlin Kongresi ile de Kars, Ardahan ve Batum’u Rusların eline geçmişti. Ruslar ele geçirdikleri bu yerlerde askeri anlamda birçok yol inşa ettiler. Tiflis’ten Gümrü’ye giden demiryolunu, önce Kars’a sonra Sarıkamış’a kadar uzattılar. Bu dönem Türk demiryolları ise ancak Ankara’nın 100 km. doğusuna kadar gitmekteydi. Rusya, üzerindeki Alman tehdidi sebebiyle Sarıkamış’ta büyük bir kuvvet bırakamamış ancak sınırlı bir askeri sevkiyat yapmıştı. Ermenilerin Rusların saflarında savaşmaları sürpriz değildi. Bu Ermenilerin birçoğu Türkiye’den gelenler idi. Ermeni milliyetçilerinin teşkilatı olan Daşnakçılar, Türkiye’deki Ermenileri kışkırtmaları neticesinde Ermeniler, Rusları kurtarıcı olarak görmekteydi. Savaşa doğru gelirse 5 Kasım günü Rus kuvvetleri Türk arazisinin ilk önemli mevkii olan Köprüköy’e doğru ilerlemeye başladılar. 11 Kasım 1914’te Hasan İzzet Paşa’nın gönderdiği kuvvetler Rusları sıkıştırarak püskürtmeye başladılar. Ancak Ruslara arkadan yardımcı kuvvetler geldi. Böylelikle Rus çekilişi bir kaçışa dönüşmedi. Çarpışmalar 17 Kasım’a kadar sürdü. Rusların beklediği çabuk başarı gerçekleşmeyecek gibiydi. Rusların durdurulması Türk askerine moral vermişti. Kış mevsimi gelmişti ve Ruslarda mevsim koşullarının da etkisiyle hızlı bir ilerleyiş gösteremeyecekti. Hasan İzzet Paşa cephenin sükûnetle geçeceği görüşündeydi. Tam bu sırada Başkumandan vekili Enver Paşa ise Ruslara ani bir baskın yapmanın planları içerisindeydi.[104] Osmanlı İmparatorluğu’nun elbette Kafkas cephesinde belli amaçları vardı. Bu amaçların ilkini 1877-78 savaşında Ruslara bırakılmak durumunda kalan Batum, Ardahan ve Kars’ın geri alınması oluşturuyordu. Bunun yanında Rusların Kafkasları ele geçirmeleri kapsamında bölge halkını Rus boyunduruğundan kurtarmak İstanbul’un diğer amacıydı. Bu cephedeki diğer amaç ise Kafkasları aşıp Hazar Denizi dolaylarındaki Orta Asya’da yaşayan Türklerle temasa geçerek Pan Turancılık planını gerçekleştirmekti. Rusların I. Dünya Savaşı ve Kafkas cephesindeki amacına gelirsek; Doğu Anadolu’yu işgal edip İskenderun üzerinden Akdeniz’e ulaşmak,  Karadeniz’de Trabzon’u aldıktan sonra kıyı yoluyla İstanbul’a kadar uzanmak ve Doğu Anadolu üzerinden Basra Körfezi çıkmaktı. Ruslar bu amaçlarını –özellikle ilk iki amacı- gerçekleştirmek için Ermenileri kullanmaktaydı.[105] Bunun üzerine Doğu Anadolu’da Ruslarla işbirliği yapan Ermeniler 27 Mayıs 1915’de çeşitli bölgelere tehciri başladı.[106] Enver Paşa, Güney Kafkasya ve Kuzey İran’a girip Rusların arkasını çevirmek için, 20 Aralık 1914’te 150 bin kişilik Türk ordusuna Sarıkamış-Ümraniye istikametinde taarruz emri verdi. Rusların ordusu 160 bin kişilikti. Bu taarruz 22 Aralık 1914’ten 19 Ocak 1915’e kadar devam etmiş olsa da yüksek dağlar, yolsuzluk, soğuk, açlık ve hastalıklar sebebiyle Türk kuvvetleri 90 bin kayıp verdi ve Rusların arkasına geçme planına ulaşamadı. Ruslar güneye sarkıp Malazgirt-Van bölgesine geldiler. Yukarıda bahsettiğimiz gibi Çanakkale teşebbüsünde istediğini elde edemeyen Ruslar 1916 yılı başından itibaren doğu cephesinde taarruza geçmiş ve 1916 Şubat’ında Erzurum’u, Nisan’da Trabzon’u, Temmuz’da Erzincan ve Muş’u işgal ettiler.[107] 15 Mart 1917 tarihine gelindiğinde Rusya’da ihtilal ortaya çıktı. Ruslar’ın cephelerde ağır kayıplara uğraması, asker ve sivil halkın sefalete düşmesi Çarlık Rusya’sını zayıflatmış, devrimcilerin hükümeti devirmesini kolaylaştırmıştı. Çarlık Rusya’nın bu duruma düşmesin de ve ihtilalin ortaya çıkmasında Çanakkale seferinin başarısızlığıyla Batılı devletlerin müttefikleri Rusya’ya yardım yapamamasının da payı vardı. Kerenski hükümeti ülkeyi saran karışıklıkları durduramadı ve Lenin yönetimindeki Bolşevikler 14 Kasım 1917’de bir darbe ile Rusya'da iktidarı ele geçirdiler. Bolşevik hükümeti 15 Aralık 1917'de Almanya ve müttefikleriyle mütareke yaptı; 3 Mart 1918’de Brest-Litovsk Antlaşması’nı imzalayarak savaştan çekildi. Rusların çekilişi İtilaf Devletlerini etkilemedi çünkü savaşa Amerika Birleşik Devletleri katılmış ve Almanya’ya savaş açmıştı. İtilaf Devletleri ordusunun 15 Eylül 1918’de Makedonya'da Bulgarlar’a karşı başlattığı taarruz 29 Eylül’de Üsküp’ün işgaliyle sonuçlandı. Bu sebeple Bulgaristan, İtilaf Devletleri’yle mütareke imzalayarak savaştan çekildi. Böylece Türkiye ile Almanya arasında ulaşım kesilmiş oldu. Bu da Osmanlı hükümetini de mütareke istemek zorunda bıraktı ve 30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi yapıldı.[108]

Mondros Mütarekesi’nin maddelerine bakmak gerekirse:

‘‘Metn-i Kat’i

İngiltere hükümetinin müttefikleriyle bilitilaf Selahiyettar kıldığı İngiltere hükümeti Bahr-i Siyah Donaması Başkumandanı Ferik Amiral Arthur Calthorpe hazretleri ile hükümet-i Seniye Canibinden haiz-i salahiyet Bahriye Nazırı devletlû Rauf Beyefendi hazretleri, Hariciye Müsteşarı Utufetlû Reşat Hikmet Beyefendi hazretleri, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Kaymakamlarından Sadullah Beyefendi arasında kararlaştırlıp akdolunan mütareke şeraiti:

Madde 1- Bahr-i Siyah’a mürur için Çanakkale ve Bahr-i Siyah Boğazlarının küşadı ve Bahr-i Siyah’a mürurun temini Çanakkale ve Bahri Siyah istihkâmatının müttefikler tarafından işgali. Madde 2- Osmanlı sularındaki bilcümle torpil tarlaları ile torpido ve kovan mevazii ve mavani-i saire mevakii gösterilecek ve bunları taramak veya refetmek için talep vukuunda muavenet edilecektir. Madde 3- Karadeniz’de mevcut torpil mevkileri hakkındaki malûmat-ı mevcude ita edilecektir. Madde 4- İtilaf hükûmatına mensup üsera-yı harbiye ile Ermeni üsera ve mevkufini İstanbul’da cemedilecek ve bilakaydü şart itilaf hükûmetlerine teslim olunacaktır. Madde 5-  Hudutların muhafazası ve asayiş-i dahilinin idamesi için lüzum görülecek kuva-yı askeriyeden maadasının derhal terhisi(işbu kuva-yı askeriyenin mikdar ve vaziyetleri itilaf hükümeti tarafından Devlet-i Aliye ile müzakare edildikten sonra tekarrür ettirilecektir. Madde 6- Osmanlı kara sularında zabıta ve buna mümasil hususat için istihdam edilecek sefain-i sagire müstesna olmak üzere Osmanlı sularında veya Devlet-i Aliye tarafından işgal edilen sularda bulunan kaffe-i sefain-i harbiye teslim olunup gösterilecek Osmanlı liman veya limanlarında mevkuf bulundurulacaktır. Madde 7- Müttefikler emniyetlerini tehdit edecek vaziyet zuhurunda herhangi sevkulceyşi noktasını işgal hakkını haiz olacaktır. Madde 8- Elyevm Osmanlı işgali altında bulunan bilcümle liman ve demir mahallerinden itilaf sefaini tarafından istifade edilmesi ve itilafla hal-i harpte bulunanlara karşı mesdut bulundurulması. Süfünü Osmaniyede ticaret ve ordunun terhisi hususlarında şerait-i mümasileden istifade edeceklerdir. Madde 9- İtilafiyun Osmanlı tersane ve limanlarındaki umum sefain tamiratı vesait-i teshiliyesini istimâl edeceklerdir. Madde 10- Toros tünellerinin müttefikler tarafından işgali. Madde 11- İran’ın şimalî garbi kısmındaki kuva-yı Osmaniyenin derhal harpten evvelki hudut gerisine celbi hususunda evvelce ita edilen emir icra edilecektir. Mavera-yı Kafkas’ın evvelce Kuva-yı Osmaniye tarafından kısmen tahliyesi emredildiğinden kısmı mütebakisi müttefikler tarafından vaziyet-i mahalliye tetkik edilerek talep olunursa tahliye edilecektir. Madde 12- Hükümet muhaberatı müstesna olmak üzere telsiz ve telgraf ve kabloların itilaf memurları tarafından murakabesi Madde 13- Bahri, askeri ve ticari mevad ve malzemenin men-i tahribi. Madde 14- Memleketin ihtiyacı tatmin olunduktan sonra mütebaki kömür mahrukat ve bahri levazımın Türkiye menabiinden mübayaası için teshilat ibrazı (mevad-dı mezkurenin hiç biri ihraç olunmayacaktır). Madde 15- Bilcümle hutut-i hadidiyeye itilaf murakabe zabitleri memur eliecektir. Bunlar meyanında elyevm hükumet-i Osmaniyenin taht-ı murakabesinde bulunan Mavera-yı Kafkas hutut-i hadidiyesi aksamı dahildir, işbu Kafkas hutut-i serbest ve tam olarak titilaf memurlarının tahtı idaresine vazedilecektir. Ahalinin ihtiyacının tatmini nazarı dikkate alınacaktır. İşbu maddede Batum’un işgali dahildir. Hükümet-i Osmaniye Bakü’nün işgaline muteriz bulunmıyacaktır. Madde 16- Hicaz’da, Asir’de, Yemen’de, Suriye’de ve Irak’ta bulunan muhafız kıtaat en yakın itilkaf kumandanına telsim olunacaktır ve Kilikya’daki kuvvetlerin intizamı muhafaza için muktezi miktarından maadası beşinci maddedeki şeraite tevfikan tekarrür ettirilecek veçhile geri çekilecektir. Madde 17- Trablus’da ve Bingazi’de bulunan Osmanlı zabitleri en yakın İtalyan muhafaza kıtaatına teslim olacaktır. Hükümet-i Osmaniye teslim emrine itaat etmedikleri takdirde muhaberat ve muavenetini katetmeği taahhüt eyler. Madde 18- Mısrata da dahil olduğu halde Trablus ve Bingazi’de işgal edilen limanların en yakın itilaf muhafaza kıtaatına teslimi. Madde 19- Alman, Avusturya bahri, berri ve sivil memurin ve tebaasının bir ay zarfında ve uzak mahallerde bulunanların bir aydan sonra mümkün olan en kısa zamanda Memâlik-i Osmaniyeyi terk etmeleri. Madde 20- Beşinci madde mucibince terhis edilecek kuva-yı Osmaniyeye ait teçhizat, esliha, cephane ve vesait-i nakliyenin tarz-ı istimaline dair ita edilecek talimata riayet olunacaktır. Madde 21- Müteliflerin menafini sıyanet için iaşe nezareti nezdinde itilaf mümessilleri merbut bulunacak ve kendilerine bu babda lüzum görülecek kaffe-i malumat ita edilecektir. Madde 22- Osmanlı üsera-yı harbiyesi itilaf devleti nezdinde muhafaza edilecektir. Sivil üsera-yı harbiye ile esna-yı askeriye haricinde olanların tahliyesi nazar-ı dikkate alınacaktır. Madde 23- Hükümet-i Osmaniye Merkezi Hükümetlerle bilcümle münasebatı katedecektir. Madde 24- Vilayat-ı sittede iğtişaş zuhurunda mezkur vilayetlerin herhangi bir kısmının işgali hakkını itilaf devletleri muhafaza ederler. Madde 25- Müttefiklerle Hükümet-i Osmaniye arasında muhasemat 1918 senesi teşrini evvelinin otuz birinci günü vasati saa-i mahalli ile vakt-i zuhurda tatil edilecektir.

İngiltere Hükümet-i Kıraliyesi sefain-i harbiyesinden Limni’de Moudros limanında Iengerendaz Agamemnon zırhlısında 1918 senesi teşrinievvelinin otuzuncu günü nüshateyn olarak imza edilmiştir.

Artur Calthorpe

Hüseyin Rauf

Rechad Hikmet Sadullah.’’[109]

Görüldüğü üzere Osmanlı Devleti’nin sınırlarıyla ilgili mütarekede tek bir maddeye yer verilmişti (İran’ı kuzeybatısında ve Güney Kafkasya’da bulunan Osmanlı kuvvetleri I. Dünya Savaşı’ndan önceki sınırlara çekilmesi). Ancak mütarekedeki 7 ve 24. maddeler Osmanlı topraklarının işgaline yol açabilecek tehlikede bir içerikteydi. 7. madde müttefiklerin güvenliklerini tehdit edecek bir durum diye sığ bir görüş üzerinden ülkenin herhangi bir stratejik noktasının işgaline imkân sağlamaktaydı. 24. madde, mütarekenin İngilizce metninde Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki altı vilayet (Erzurum, Van, Harput, Diyarbakır, Sivas ve Bitlis) hakkında ‘‘Ermeni vilayetleri’’ şeklinde kaydedilmiş ve bu altı vilayette bir karışıklık halinde İtilaf kuvvetlerinin işgal hakkı bulunduğundan söz ediyordu. Osmanlı Devleti’nin sonun başlangıcı olarak kabul edilebilecek Mondros Mütarekesi, memlekette farklı şekillerde algılanmıştı. Diğer İttifak devletleriyle yapılan mütareke anlaşmalarında daha ağır şartların geçmesi ve Wilson prensipleri gereğince bağımsız bir Türkiye’nin varlığının onaylanması saray ve Ahmed İzzet Paşa hükümeti tarafından Mondros Mütarekesi’ne ülkenin geleceğine dair olumlu bir adım olarak görülmesine yol açmaktaydı. Osmanlı Meclisi ise mütareke şartlarını çok ağır bulmuştu. Nitekim 7 ve 24. madde kapsamında İtilaf Devletleri Kasım 1918’den sonra memleketin her yanında işgal hareketlerine girişecekti. Bu da Türk milletinin kendi öz vatanında esarete düşme tehlikesini ortaya çıkaracak ve bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa önderliğinde bir istiklal savaşıyla Türk milleti bağımsız bir Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına yol açacaktı.[110] Tabi atlanılmaması gerek bir diğer konu I. Dünya Savaşı sırasında ‘‘Şark Meselesi’’ doğrultusunda İtilaf devletleri Osmanlı Devleti’ni gizli antlaşmalar ile aralarında bölüşmüşlerdi. Bu antlaşmalara göre İngiltere Osmanlı Devleti’nin Anadolu dışındaki topraklarının büyük kısmına sahip olurken, Rusya, İstanbul’a yerleşecek, Boğazları denetleyecek, Doğu Anadolu’ya ve Karadeniz kıyılarının büyük bir bölümüne sahip olacaktı. Fransa ise Suriye, Güney Doğu ile Orta Anadolu’ya istila edecek iken, İtalya, elindeki On iki Ada haricinde Antalya ve İzmir’e yerleşecekti.[111] Bu bağlamda Mondros Mütarekesi’ndeki 7 ve 24. maddelerin bu gizli antlaşmalar doğrultusunda doğmuş olmaları çok güçlü ihtimaldir.

6. Milli Mücadele’de Bolşevik Rusya ile Münasebetler

1917 yılında Lenin önderliğinde Rusya’daki devrim ile Çarlık rejimi yıkılmış, Bolşevik rejim iktidara gelmişti. I. Dünya Savaşı’ndan sonra Türk-Sovyet ilişkilerinde yeni bir dönem başlamış, ilişkiler çok değişken bir seyirde sürmüştür. Türkiye ve Rusya içinde bulunduğu şartların getirdiği ortak düşmanları olarak kabul ettikleri emperyalist devletlere karşı yürüttükleri mücadele nedeniyle dostça bir ilişki içerisine girmişlerdir. Tabi bu dostça ilişkilerin temeli her devletlerarası münasebette olduğu gibi karşılıklı çıkarlara bağlıydı. Türkiye için dış politikada yardımlaşma bağlamında seyir izlenirken, iç politikada Sovyetlerin ideolojik girişimlerini engelleme esasına dayanmaktaydı. Mustafa Kemal Paşa önderliğinde Türkiye, Sovyet Rusya’sı ile yaptığı bu işbirliği ideoloji üzerinden değildi. Bu bağlamda Sovyet Rusya ile yapılan işbirliği hep kontrollü bir şekilde ilerlemişti. İngiltere ve Fransa’nın malum olan siyasetleri (Türkiye içinde; İngilizlerin Batı Anadolu’da Yunanları desteklemesi, Fransızların Doğu Anadolu’da Ermenileri desteklemesi) iki devleti bir işbirliğine sürüklemişti. Ancak hiçbir zaman bu ilişkilerde güven ortamı oluşturulamamıştır. Sovyet Rusya’nın Anadolu’ya Bolşevik rejimini yayma çabaları ve Ermenilere verdiği destek Ankara’yı rahatsız etmekteydi. Ruslar, emperyalist devletlerle savaşan Türkiye’nin Bolşevik ideolojiyi benimseyebileceği konusunda hesaplar yapmaktaydı.  Mustafa Kemal Paşa, ilk günlerinden bu yana Bolşevik rejimin Türkiye’ye hiç uymadığını düşünmekte ve Sovyet yardımlarının kesilmesi ihtimaline rağmen tavrından ödün vermemişti. Türkiye, Rusların Anadolu’daki faaliyetlerine karşı gerektiğinde Rus elçilik mensuplarını bile sınır dışı etmekten çekinmemişti. Buna rağmen Ankara Hükümeti, İtilaf devletlerine karşı yürüttüğü bu mücadelede Sovyetleri bir denge unsuru olarak kullanmıştır. Aynı şekilde Rusya’da Türkiye’yi bir koz olarak kullanarak, Türkiye ile iyi ilişkiler kurmaya çalışırken İngiltere ile de arasını düzeltmeyi hedeflemişti. 16 Mart 1921’de Moskova Anlaşması ile doğu sınırlarının güvenliğini sağlayan Türkiye, bu antlaşmayla tüm gücünü Batı cephesine yöneltmeye imkân bulmuş ve Yunanlılara karşı ordunun güçlenmesini ve Yunanlıların yenilgiye uğratılmasını sağlamıştır. Lozan görüşmelerinin tamamına katılmayı başaramayan Sovyet Rusya, Boğazlar konusu görüşüldüğünde Türkiye ile fikir ayrılığı yaşasa da İtilaf devletlerine karşı Türkiye’yi destekleyici bir tavır sergilediği söylenebilir. Türkiye, Lozan’da çözüme kavuşmayan sorunlar ve İngiltere’nin etkisiyle Millet Cemiyeti’nin sergilediği yanlı tutumlar sebebiyle Sovyetler ile dostluk ilişkilerini devam ettirmenin gerekliliğini görerek buna göre hareket etmiştir. Yani Milli Mücadele döneminde Türkiye-Rusya ilişkileri çıkar ilişkisi doğrultusunda kendisini göstermiş, bir güvene dayalı dostluk çizgisinde ilerlememiştir.[112]

SONUÇ

Osmanlı İmparatorluğu ile Rusların ilişkilerinin kahir ekseriyetini etki alanlarının denk düşmesi belirlemiş ve bu bağlamda rekabetçi bir ortamda kendisini göstermiştir. Genel anlamda bu ilişki çok kısa dönemlerdeki ittifaklıklar haricinde çekişme ile gelişmiştir. Bunun sebeplerine baktığımızda ise Rusya’nın kendi çıkarları için Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarına akınları ve Hıristiyan Ortodoksların hamiliğini yapma isteği doğrultusunda Osmanlı İmparatorluğu’nun iç işlerine karışması ve sıcak denizlere yani Karadeniz ve Akdeniz’e inme emelleridir.

Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya arasındaki ilk temas 1492 yılında III. İvan, sultana Azak ve Kefe’de Rus tüccarların sıkıntılar çekmesi sebebiyle mektup yazması ile başlamış. Bunu 1497 yılında Moskova Kneziliği’nin bir elçilik heyetini Kırım Hanı aracılığıyla İstanbul’a göndermesiyle ilişkilerin başlaması takip etmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu bilindiği üzere çok geniş coğrafyada nüfuza sahipti. Bu bağlamda XVI. yüzyılda ilişkiler Ruslar ile Kırım Hanlığı’nın mücadelesiyle gelişmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’na 1477 yılında katılmış olan Kırım Hanlığı, Rusları Doğu Avrupa ve Balkanlara yönelmelerinin önünde bir engeldi.

XVII. yüzyıla gelindiğinde Ruslar, İstanbul’a karşı daha cesur adımlar atmaya başladılar. İlk önce Ruslar ile hareket eden Don ve Zaporoj Kazakları Osmanlı topraklarına 1575’ten XVI. yüzyılın ilk yarısına kadar saldırmış, Karadeniz’e akınlar düzenlemeye hatta İstanbul’a kadar gelmeyi başarmışlardır. XVII. yüzyılın ikinci yarısında ise Ruslar özellikle Lehistan üzerindeki emelleri gereği Osmanlı İmparatorluğu’nu 1672 yılında tehdit etmekten geri durmamışlardır. Ukrayna hatmanlığı meselesi sebebiyle Osmanlı bölgeye sefer düzenleme gerekliliği duymuş ve 1678 yılında Ruslar üzerine yürümüştür. Tabi XVII. yüzyılın sonlarında 1683 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun II. Viyana bozgunu üzerine Ruslar daha da cesaretlenmiş ve 1686 yılında Avrupa’da Osmanlı’ya karşı kurulan Mukaddes Birliğe girmişlerdir.

XVIII. yüzyılın hemen başında Rusya ile İstanbul antlaşması yapılmıştır. Çünkü 1696 yılında Ruslar Azak denizi için önemli yer teşkil eden Azak kalesini ele geçirmiştir. 1710 yılına gelindiğinde ise İstanbul Antlaşması’nı durmadan çiğneyen Ruslara karşı Prut’ta tarihi fırsatı kaçıran Osmanlı İmparatorluğu, belki de Rus tehdidini çok uzun süre ortadan kaldırabilecekken kuşatılan Rus ordusunu Prut antlaşması ile serbest bırakılmıştır. Bu tarihten sonra XVIII. yüzyılda genel anlamıyla Ruslar hep kârlı çıkmış ve Osmanlı İmparatorluğu için hayati öneme sahip olan Kırım’ı 1771 yılında işgal etmiştir. 1774 yılında Küçük Kaynarca antlaşması ile Kırım’ın bağımsızlığı kabul edilmiş ve 1791 yılında Yaş anlaşması ile Osmanlı, Kırım’ın Rusya’ya ilhakını kabul etmek zorunda kalmıştır.

XIX. yüzyılda ise Ruslar artık Balkanlar üzerinde etkisini göstermeye başlamış, İstanbul’a karşı Balkanlarda ortaya çıkan isyanlar ve bağımsızlık hareketlerinin en büyük destekçisi haline gelmiştir. 1826 yılına gelindiğinde Akkerman antlaşması ile Eflak ve Buğdan üzerinde de söz hakkı kazanan Rusya bununla yetinmemiş, Tuna nehrine kadar gelebilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun iç işlerindeki karışıklıklar sebebiyle de boğazlar üzerindeki tarihi emellerine yaklaşmaya başlamıştır. 1833 yılında Hünkâr İskelesi antlaşmasını Osmanlı’dan koparmayı başararak Boğazların Rusya lehine yabancı gemilere kapanmasını sağlamıştır. XIX. yüzyılın ortasına gelindiğinde ise Rusya artık Osmanlı’nın Hıristiyan Ortodokslarının hamisiymiş gibi hareket etme başlamış ve bu da adeta bir dünya sorunu halini almıştır. 1853 yılında İngiltere ve Fransa başta olmak üzere Osmanlı İmparatorluğu Avrupa’dan destek sağlamış ve Rusya ile Kırım üzerinden savaşa girişmiştir. 1877 yılına gelindiğinde Rusya çeşitli bahaneler üreterek Osmanlı İmparatorluğu’na savaş açmış ve bu savaş sonucunda şartları Osmanlı için çok ağır olan Ayastefanos Antlaşması imzalanmıştır. Avrupa devletlerinin Ayastefanos ile Rusya’nın kazandıklarını kabul etmemesi üzerine Berlin Antlaşması düzenlenmiştir. Ancak bu antlaşmada Osmanlı’nın parçalanması anlamında gelmekteydi. XIX. yüzyılın son yıllarına girildiğinde Ruslar Ermenileri kışkırtmış ve başta Doğu Anadolu ve İstanbul’da Ermeni karışıklığı çıkmıştır.

XX. yüzyıla gelindiğinde ise Osmanlı İmparatorluğu 1912-1913 yılında Balkanlardaki devletçiklerle Trablusgarp savaşı sonrası savaşa tutuşmuş ve büyük yenilgiler almıştır. Osmanlı’nın zor durumu kullanmak isteyen Ruslar Boğazlar üzerindeki emellerine göre hareket etmeye çalışmıştır. 1914 yılında I. Dünya Savaşı’nın patlamasıyla Rus-Osmanlı ilişkileri yine çatışmaya dönüşmüş ve bu dünya savaşının sonu iki devlet içinde iyi olmamış, 1917 yılında Rusya’da Bolşevik devrimi olmuş ve Çarlık son bulmuştur. Osmanlı İmparatorluğu ise 30 Ekim 1918 yılında Mondros Mütarekesini İtilaf Devletleri ile imzalamış ve savaştan çekilmiştir. Ancak bu mütareke doğrultusunda tüm memleket İtilaf devleti tarafından işgal edilmiştir. Bu işgaller ise Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının önderliğinde Milli Mücadele’ye sebep olmuş ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla son bulmuştur.



 

[1] Salih Yılmaz, Abdullah Yakşi, ‘‘Osmanlı Devleti’nden Günümüze Türk-Rus İlişkileri’’, TYB Akademi Dil Edebiyat ve Sosyal Bilimler Dergisi, Yıl 6, Sayı 17, Mayıs 2016. s. 10.

[2] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, cilt II, 7. Baskı,  Ankara Ocak 2011. s. 129.

[3] Halil İnalcık,’’Yeni Vesikalara Göre Kırım Hanlığının Osmanlı Tâbiliğine Girmesi ve Ahidname Meselesi’’, Belleten, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1944.  s. 192.

[4] Uzunçarşılı, a.g.e., s. 129.

[5] Halil İnalcık, "Kırım’’, TDV İslâm Ansiklopedisi, cilt 25, 2002. s. 450.

[6] Hacı Giray’ın Timurtaş Bey’in oğlu olma ihtimali de mevcuttur. İnalcık ve Uzunçarşılı’nın birleştikleri nokta Hacı Giray’ın Timurtaş Bey ile akrabalık bağının kesinliğidir. (bkz. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, cilt II, 7. Baskı, Ocak 2011. s. 129.; Halil İnalcık,’’Yeni Vesikalara Göre Kırım Hanlığının Osmanlı Tâbiliğine Girmesi ve Ahidname Meselesi’’, Belleten, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1944.  s. 191.)

[7] Uzunçarşılı, a.g.e., s. 130.

[8] İnalcık, a.g.e., s. 450, 451.

[9] Istvan Vasary, ‘‘Kırım Hanlığı ve Büyük Orda (XV-XVI. Yüzyıl) Hâkimiyet Uğruna Mücadele’’, Tarih İncelemeleri Dergisi, (Çeviren: Serkan Acar), XXIX/1 2014. s. 330, 331.

[10] Uzunçarşılı, a.g.e., s. 131, 132.

[11] Akdes Nimet Kurat, Rusya Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2.Baskı, Ankara 1987. s. 16, 17.

[12] Kızıl, a.g.m., s. 31, 32.

[13] Kurat, a.g.e., s. 117-119.

[14] Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300-1600), (Çev: Ruşen Sezer), Yapı Kredi Yayınları 1. Baskı, Mayıs 2003. s. 43, 44.

[15] Kuzey Kafkasya’nın Osmanlı egemenliği bağlamında tehlikeye girmesi ve Aşağı İdil yolu aracılığıyla İran’ın tehdit edilebilme imkanı. (Kurat, a.g.e., s. 160.)

[16] Kurat, a.g.e., s. 159, 160.

[17] A.B. Şirokorad, Rusların Gözünden 240 Yıl Kıran Kırana Osmanlı-Rus Savaşları, Kırım-Balkanlar-93 Harbi ve Sarıkamış, Çev: Ahsen Batur, Selenge Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2013. s. 43, 44.

[18] İnalcık, a.g.e., s. 45.

[19] Şirokorad, a.g.e., s. 50-59.

[20] Kurat, a.g.e., s. 217, 218.

[21] J. Von Hammer, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi III, (Editör İlhan Bahar), Kumsaati Yayınları, İstanbul 2008. s. 28.

[22] Kurat, a.g.e., s. 218.

[23] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III, I. Kısım, Türk Tarihi Kurumu Yayınları, 6. Baskı, Ankara 2003. s. 238, 240.

[24] Kurat, a.g.e., s. 229-233.

[25] Bilgehan Pamuk, ‘‘Zor Yılların Başlaması’’, (Editör: Tufan Gündüz), Osmanlı Tarihi, Grafiker Yayınları, 5. Baskı Şubat 2016, Ankara. s. 319.

[26] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III, II. Kısım, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 6. Baskı, Ankara 2003. s. 160.

[27]  Antlaşmanın 4. maddesinde: Türk Sultanı, Lehistan üzerine sefer açtığı takdirde, Rus Çar'ı, Kalmık, Nogay ve diğer kitleleri karadan, Don ve Zaporog Kazaklarını da denizden Türk arazisine göndermeyi taahhüt ediyordu. 5. madde de ise: Türk ve Kırım hükümdarlarına mektuplar yazarak, Leh seferinden vazgeçmeleri istenecekti. (bknz. Kurat, a.g.e. s. 232, 233.)

[28]  Kurat, a.g.e., s. 236.

[29] Uzunçarşılı, a.g.e., II.Kısım, s. 161-163.

[30] Kurat a.g.e., s. 237.

[31] Uzunçarşılı, a.g.e., II. Kısım, s. 164.

[32]  Fatih Ünal, ‘‘Karadeniz’e Çıkan İlk Rus Savaşı Gemisi Krepost’un ve Ukraintsevin İstanbul Elçiliği 1699-1700’’,Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, C. 5, S. 20, 2012, s. 227.

[33] Kurat, a.g.e., s. 256.

[34] Pamuk, a.g.e., s. 342.

[35] Akdes Nimet Kurat, Türkiye ve Rusya, Kültür Bakanlığı, Sevinç Matbaası, 1990 Ankara. s. 14.

[36] Kemal Beydilli, ‘‘Prut Antlaşması’’, TDV İslâm Ansiklopedisi, cilt 34, 2007. s. 359.

[37]  Akdes Nimet Kurat, Prut Seferi ve Barışı, cilt 1, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1951. s. 153-161.

[38] Mehmet Alaaddin Yalçınkaya, ‘‘Uyanış ve Toparlanma Çabaları’’, (Editör: Tufan Gündüz), Osmanlı Tarihi, , Grafiker Yayınları, 5. Baskı Şubat 2016, Ankara s. 357.

[39] Kurat, a.g.e., 1951, s. 176-183, 190, 191.

[40] Prut Amannamesi’nin maddeleri: Azak Kalesi arazi ve mühimmatıyla iade edilecek, Taygan, Kamenka ve Samara suyu kenarındaki Yenikale yıkılacak, Kamenka içindeki top ve mühimmat teslim edilecek ve buralarda her iki tarafça başka bir kale yapılmayacak.. Lehistan'a, bu devlete ve Kırım'a tabi Kazaklar'a müdahale edilmeyecek. İstanbul'a karadan ve denizden tüccarlar gelip gidebilecek, ancak elçi sıfatıyla kimse ikamet etmeyecek. Müslüman esirler serbest bırakılacak. İsveç kralının güvenli bir şekilde memleketine gitmesine engel olunmayacak. İki taraf birbirinin ahalisine zarar vermeyecek ve asıl antlaşma İstanbul’da yapılacaktır.(Beydilli, a.g.m., s. 360.)

[41] Beydilli, a.g.m., s. 359,360.

[42] Yalçınkaya, a.g.e., s. 359-361.

[43] Kurat, a.g.e., 1987. s. 262, 263.

[44] Kurat, a.g.e., 1987. s. 276.

[45]  Küçük Kaynarca Antlaşmasının bazı maddeleri: Karadeniz'in kuzey sahilinde (Kırım dahil) ve Azak denizi çevresinde yaşayan bütün Tatarlar, Osmanlı padişahının hâkimiyetinden çıkıp, müstakil olacaklar; Azak, Kerç ve Kılburun kaleleri Rusya'ya bırakılacak; Rusya, Osmanlı Devleti dahilindeki Ortodoks tebaanın kiliselerini himayesi altında bulunduracak; Türkiye'de Rus tebaası ve tüccarları ayrıca himaye görecekler; Osmanlı savaş tazminatı olarak yüksek bir meblağ ödeyecekti. (Kurat, a.g.e., 1987. s. 290)

[46] Kurat, a.g.e., 1987.  s. 286-290.

[47] İnalcık, a.g.e., 2003. s. 230.

[48] Kurat, a.g.e., 1987. s. 291,292.

[49] Yalçınkaya, a.g.e., s. 434-441.

[50] Kurat, a.g.e., 1990.  s. 48-50.

[51] Fahir Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi (1789-1914), Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1997. s. 91-94.

[52] Kurat, a.g.e., 1990. s. 50-52.

[53] Armaoğlu, a.g.e., s. 73, 74, 97, 98.

[54] Kurat, a.g.e., 1990. s. 54, 55.

[55] Armaoğlu, a.g.e., s. 178.

[56] Kurat, a.g.e., 1990. s. 56, 57.

[57] Şirokorad, a.g.e., s. 345-347.

[58] Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, V. Cilt, 4. Baskı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1983. s. 120, 121.

[59] Kurat, a.g.e., 1990, s. 58-60.

[60] Şirokorad, a.g.e., s. 347-351

[61] Kurat, a.g.e., 1990. s. 60.

[62] Karal, a.g.e., s. 138, 139.

[63] Kurat, a.g.e., 1990. s. 64, 65.

[64] Mustafa Budak, ‘‘1853-1856 Kırım Savaşı’nda Kafkas Cephesi’’, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yakınçağ Tarihi Anabilim Dalı, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, 1993. s. 2.

[65] Kurat, a.g.e., 1987. s. 327, 328.

[66] Bu beyanname çalışmamızın Ekler kısmında verilmiştir. bknz. BOA, Osmanlı Belgelerinde Kırım Savaşı (1853-1856), Yayın Nu: 84, Ankara 2006. 27-32.

[67] Kurat, a.g.e., 1987. s. 327.

[68] Şirokorad, a.g.e., s. 367, 368.

[69] Kurat, a.g.e., 1987. s. 328, 329.

[70] Armaoğlu, a.g.e., s. 251, 252.

[71] Armaoğlu, a.g.e., s. 250, 74, 75.

[72] Yılmaz Öztüna, Avrupa Türkiye’sini Kaybımız/93 ve Balkan Savaşları – Rumeli’nin Elden Çıkışı, Ötüken, İstanbul-Ocak 2014. s. 27.

[73] Kurat, a.g.e., 1990. s. 75.

[74] Şirokorad, a.g.e., s. 408.

[75] Öztüna, a.g.e., s. 29, 30.

[76] Kurat, a.g.e., 1990. s. 81, 82.

[77] Öztuna, a.g.e. s. 28-31.

[78] Kurat, a.g.e., 1990. s. 83-85.

[79] Armaoğlu, a.g.e., s. 521,522

[80] Armaoğlu, a.g.e., s. 521, 523.

[81] Öztüna, a.g.e., s. 67.

[82] Armaoğlu, a.g.e., s. 526, 527.

[83] Kurat, a.g.e., 1990 s. 111-114.

[84] Sevilya Aslanova, 20. Yüzyılın Başında Rusya’nın Osmanlı Politikası (1903-1917), Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Ana Bilim Dalı, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, 2008. s. 141-149.

[85] Hamiyet Sezer Feyzioğlu, ‘‘Hatıraların Işığında Balkan Savaşları’’, DTCF Dergisi 56.2 (2016). s. 200.

[86] Öztüna, a.g.e., s. 92, 96, 97.

[87] Kurat, a.g.e., s. 172.

[88] Karal, a.g.e., s. 289-294.

[89] Öztuna, a.g.e., s. 100, 101.

[90] Kurat, a.g.e., s. 172-174.

[91] Feyzioğlu, a.g.m., s. 209-212.

[92] Cevdet Küçük, ‘‘Balkan Savaşı’’, TDV İslam Ansiklopedisi, cilt 5, 1992. s. 24.

[93] Kurat, a.g.e., 1990. s. 183.

[94] Küçük, a.g.m., s. 26.

[95] Öztuna, a.g.e., s. 208.

[96] Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, Timaş Yayınları, 2014 İstanbul. s. 95.

[97] Kurat, a.g.e., 1990. s. 226, 227.

[98] Antlaşma metni: 1- Bugünkü Avusturya-Macaristan ile Sırbistan arasındaki anlaşmazlık karşısında bu antlaşmayı imzalayan iki devlet, kesin bir tarafsızlık gözetmeyi yüklenirler. 2- Rusya’nın fiili askeri tedbirlere başvurması ve bununla Almanya için Avusturya’ya yüklenmeleri bakımından bir düşmanlık durumu yaratılması halinde, bu durum Türkiye için de yaratılmış olacaktır. 3- Türkiye’nin savaşa girmesi halinde Almanya, askeri heyetini Türkiye’nin emrinde bırakacaktır. Türkiye de bu heyetin ordunun sevk ve idaresinde kesin bir etkiye sahip olmasını sağlayacaktır. 4- Almanya, Osmanlı topraklarının tehdit edilmesi halinde tehdide uğrayan yerde Osmanlı Devleti’ne silahla yardım etmeyi üzerine alır. 5- İki imparatorluğu bugünkü çatışmadan çıkması ihtimali dahilinde olan devletlerarası anlaşmazlıklardan korumak maksadıyla yapılmış olan bu anlaşma, yetkililer tarafından imzalanır imzalanmaz yürürlüğe girecek ve aynı karşılıklı taahütlerle 31 Aralık 1918 tarihine kadar yürürlükte kalacaktır. (bknz. Karal, a.g.e., s. 381.)

[99] Karal, a.g.e., s. 379, 380.

[100] Armaoğlu, a.g.e., 2014. s. 101, 102.

[101] Karal, a.g.e., s. 382, 383.

[102] Kurat, a.g.e., 1990. s. 242-245.

[103] Armaoğlu, a.g.e., 2014. s. 108-110.

[104] Kurat, a.g.e., 1990. s. 259-266

[105] Karal, a.g.e., s. 414, 415.

[106] İnalcık, a.g.e., 2003. s. 238.

[107] Armaoğlu, a.g.e., 2014. s. 106.

[108] Ercüment Kuran, ‘‘Birinci Dünya Savaşı’’, TDV İslam Ansiklopedisi, cilt 6, 1992. s. 198, 199.

[109] Nihat Erim, Devletlerarası Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri, (Osmanlı İmparatorluğu Andlaşmaları), cilt 1, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1953, Ankara. s. 519-524

[110] Cemil Öztürk, ‘‘Mondros Mütarekesi’’, TDV İslam Ansiklopedisi, cilt 30, 2005. s. 272, 273.

[111] Karal, a.g.e., s. 541-546.

[112] Ayhan Cankut, ‘‘Milli Mücadele Dönemi Türkiye-Rusya İlişkileri’’, International European Journal of Managerial Research (EUJMR), ISSN: 2602-3907, cilt 2, sayı 2. 2018. s. 96-98.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Lady Montagu'nun Türkiye Mektupları İncelemesi

OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN İDARİ YAPISI VE TAHRİR SİSTEMİ